KİNDİ ve FARABİ’NİN METAFİZİK ANLAYIŞINDA TANRI VE TANRI’NIN KOZMOLOJİK MAHİYETİ
KİNDİ
Ebu Yusuf Ya’kub el-Kindi, altın çağını yaşamakta olan
Abbasiler’in, bilim ve düşünce hareketlerinin en yoğun olarak devam ettiği bir
dönemde İslam toplumunda ‘filozof’ olarak ortaya çıkan ilk isim olma niteliğini
taşımaktadır. Yazdığı ve tercüme edilmesini sağladığı çok sayıdaki eserle, hem Müslümanların
felsefeyle tanışmasını sağlamış, hem de felsefenin, yaşadığı dönemdeki ilmi ve fikri
tartışmalara ne kadar önemli katkılar sağladığını göstermiştir. ‘İslam
Felsefesi’ dediğimiz geleneğin başlatıcısının Kindi olduğunu söylemek, tarihi
bir gerçekliği ortaya koymak olacaktır. Geleneksel eğitimini sürdürdüğü sırada
dil ve edebiyatla yoğun bir şekilde ilgilenir. Abbasi halifelerinden yakın ilgi
ve destek gören filozof, halife Mu’tasım’ın veliaht oğlu Ahmed’in eğitimini
üstlenmiş ve eserlerinin önemli bir kısmını hocası ve yakın dostu olduğu veliahdın
isteği üzerine kaleme almıştır. Kendisinden geriye felsefeden tıbba,
matematikten astronomiye, ilahiyattan siyasete, psikolojiden diyalektiğe, metafizikten
fiziğe, astrolojiden kehanete kadar çeşitli alanlarda sayısı 277’yi bulan eser kalmıştır.
Böyle bir külliyatın oluşturulmasında İbnü’n Nedim’in isimlerini verdiği ve
Fars kökenli oldukları anlaşılan beş katibin de Kindi’ye yardımcı oldukları
söylenmektedir. Pek çoğu kayıp olan bu eserlerden özellikle metafizik ve fiziğe
dair olanların çoğu, İstanbul’da bulunan tek bir yazma nüsha vasıtasıyla
günümüze ulaşmıştır.
Kindi'de Metafizik ve Evren
Kindi, felsefeyi insan ürünü olan sanatların veyahut
disiplinlerin değer ve mertebe bakımından en üstünü olarak görür ve onu ‘Felsefe,
insanın gücü ölçüsünde var olanların hakikatini bilmesidir’ şeklinde tanımlar.
Kindi’ye göre var olanların hakikatini bilmek söz konusu olduğunda
sebep-sebepli ilişkisine başvurmak kaçınılmazdır, zira şöyle söyleyecektir: ‘Biz
bildiklerimizin her birinin sebebini bilirsek ancak o zaman onları tam olarak
bilmiş oluruz.’ Dolayısıyla bir şeyin gerçekte ne olduğunu bilmek için, onun
cinsi, türü ve ayırımına dair üç soru sormak gerekir. Kindi, bu soruları, bir şeyin
var olup olmadığını sorgulayan ‘[var] mıdır?’, o şeyin var olanlar içinde hangi
cinse ait olduğunu belirlemeye yönelik olan ‘nedir?’ ve cins içinde bulunduğu
türün ayrımını tespit etmemizi sağlayan ‘hangisidir?’ şeklinde ifade etmektedir.
Bu sorulardan ‘nedir?’ ve ‘hangisidir?’ soruları birlikte düşünüldüğünde,
hakikatine ulaşmaya çalıştığımız şeyin türünü göstermektedir. Kindi bu soruları
Aristoteles’in meşhur dört sebebiyle de ilişkilendirmektedir. Buna göre bir
şeyin maddi sebebine dair bilgi edindiğimizde onun cinsini, formuna dair bilgi
edindiğimizde onun türünü ve dolaylı olarak ayrımını da bize vermektedir. Amaç-sebebe
dair araştırmamız o şeyin ‘niçin’ var olduğu sorusunun cevabını verirken, etkin
sebebin bilgisi ise bizi o şeyi varlığa getiren veya Aristotelesçi anlamda ilk hareket
ettiren şeyin bilgisine yönlendirmektedir.
Kindi’nin sebep-sebepli kavramları çerçevesinde var
olanların gerçekliğine dair yaptığı açıklama, etkin sebep özelinde, onun metafizik
anlayışını da belirlemektedir. Ona göre felsefe disiplinleri içinde en değerlisi
ve mertebe bakımından en yücesi ‘ilk felsefe’dir. Zira sebebin bilgisi
sebeplinin bilgisinden daha değerli olduğundan, her şeyin varlık sebebi olan İlk
Gerçek’i kendisine konu edinen ilk felsefe, felsefenin diğer bütün disiplinlerinin
üstünde, onları kuşatan bir konumda yer almaktadır. Kindi’nin, metafiziği,
konusu Tanrı olan bir disiplin olarak değerlendirmesi, İslam felsefesinin sonraki
dönemlerinde oldukça önemli ve verimli bir tartışmanın da başlatıcısı olmuştur.
Gerçek Bir
Kindi’nin metafizik öğretisini anlama hususunda
başvurulabilecek en önemli eser olan İlk
Felsefe Üzerine’de de bu ‘ilk felsefe’ tasavvurunun yer aldığı görülmektedir.
Eserin iki ana konusu şunlardır: 1) Kindi’nin ‘Gerçek Bir’ olarak adlandırdığı
Tanrı’nın yaratılmış olan sebepli varlıklara hiçbir şekilde benzemeyen varlığı,
2) Alemin ezeliliğinin reddi bağlamında O’nun alemle ilişkisinin mahiyeti. Kindi’nin
bu meseleleri ele alışında bir yandan Aristotelesçi varlık anlayışının, diğer yandan
Plotinos’tan kaynaklanan birlik metafiziğinin, Yeni Platoncu hristiyan John
Philoponus’un alemin ezeliliği fikri dolayısıyla Aristoteles’e yönelttiği
eleştirilerin ve doğal olarak tevhid fikri etrafında İslam kelamındaki
tartışmaların bir bakıma etkili olduğu düşünülebilir.
Kindi’nin Gerçek Bir olarak nitelediği Tanrı’yla
ilgili açıklamalarının odağında ‘birlik’ ve ‘çokluk’ kavramları yer almaktadır.
Bu kavramlar aynı zamanda aritmetiğin de konusu olduğundan Kindi öncelikle ‘bir’in
sayı mahiyetini incelemektedir. Sayı ile sayılan arasındaki ilişkiye dikkat
çekerek sayı olmadan sayılanın da olamayacağını belirten Kindi, sayıların
sonsuz olması durumunda sayılanların, yani tümüyle varlığın da sonsuz olması
gerekeceğini vurgulamakta, ancak bunun, aşağıda ayrıntılı olarak ele alınacağı
üzere, alemin ezeliliği fikrine götüreceği için geçersiz olduğunu savunmaktadır.
Bu çelişkiyi, varlığın ilkesinin sayı olmayıp, sayılar dizini ile sayılan
varlıklar arasındaki birebir uyum bulunduğunu ileri sürerek çözmeye çalışan
Kindi, sayıların birlerinin toplamından veya katlarından ibaret olup sonlu ve
sınırlı olduğunu, sınır olan şeyin katının da sınırlı olacağını ifade
etmektedir. Söz gelimi 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128… kat sayı dizisinin başlangıcı
2 ise de sonunun açık olduğunu düşünebiliriz; ancak 2 sayısı sınırlı olduğuna
göre onun katları olan sayılardan oluşan dizinin de fiil alanına çıktığı oranda
sonlu ve sınırlı olması kaçınılmazdır.
Sayı ile sayılanlar arasında birebir uyum varsa ve sayılar
bilfiil sonlu ise sayıların aslı olan ‘bir’in sayı olup olmadığı, Kindi’nin bu
çerçevede ele aldığı bir diğer problemdir: Sayılar nicelik kategorisinde yer
aldıklarına göre bir de aynı kategori içinde midir? Eğer böyle ise Gerçek Bir
de bir nicelik midir? Kindi de bu sorulara cevap verirken, Antik-Helenistik
dönemin pek çok filozof ve matematikçisi gibi bir’in sayı olmadığı fikrinden
hareket etmektedir. Birin sayı olmadığını ispat etmek için, ‘Sayının ve tüm niceliklerin
temel özelliği eşiktik ve eşitsizliktir’ tezinden yola çıkan Kindi, ‘kıyas-ı
hulf’ yöntemine başvurur: Söz konusu teze göre her sayı ile eşit olan ve olmayan
sayılar bulunmaktadır. Eğer biri oluşturan sayılar varsa ve bunlardan bazısı
ona eşit olup, bazısı eşit değilse, bu takdirde bir, bölünen bir nicelik olmak
durumundadır. Çünkü en küçük bir, en büyük biri veya onun bir kısmını
oluşturacaktır ve bu durumda bir, bölümlü demektir. Bir, ilke sayıldığı için
sayı olamayacağına göre, hipotez gereği, ‘O hem bölümlü hem bölümlü değildir’
şeklinde bir sonuç çıkacaktır ki bu bir çelişki ortaya çıkarır. Öyleyse bir,
sayı değildir; zira bir şeyin üzerine oturduğu temel o şeyin kendisi olamaz. Hem
de bir, tüm sayıların kendisinden oluştuğu bir ilkedir. Ayrıca birin ilkesi ve
biri bir yapan başka birler bulunmadığından biri sayı olarak kabul etmek mümkün
değildir. Dolayısıyla yapısı gereği bir, sayı değildir. Ancak isim benzerliği
sebebiyle ona ‘sayı’ denmektedir ve bu açıdan aslında sayı olarak ilk ve en küçük
sayı ikidir.
Kindi, birlik metafiziğine ilişkin kavram analizini sürdürerek
varlık sahnesinde yer alan, duyu ve akla konu olan her şeyin bir ve birlik
halinde bulunduğunu söyler. Ona göre kavram olarak bir, süreksiz nicelikleri,
birlik ise sürekli nicelikleri ifade ettiğinden aynı şey için ‘O bir ve
birliktir’ denilmektedir. Mesela ‘Şu ev birdir ve birliktir’ dediğimizde işaret
edilen ev sayı olarak iki, üç ya da dört değil birdir, fakat aynı zamanda
demir, beton ve tuğla gibi çeşitli yapı malzemelerinden oluşan bir birlik
halindedir, demiş oluruz. Kindi bir ile nitelenen tüm kategori ve tümellerdeki birliğin
zati değil arazi olduğunu kanıtlamak için geniş tahliller yapar ve varlık
türlerindeki birliğin öze ilişkin olmayıp araz ve nitelik konumunda bulunduğu
sonucuna ulaşır. Onun yaptığı bu kavram analizlerinin nihai amacı, var
olanlardaki birliğin gerçek olmayıp hakiki ve zorunlu Bir’den geldiğini
kanıtlamaktır. Ayrıca Kindi, tabiatta birliksiz çokluğun ve çokluksuz birliğin
olamayacağı konusunu da uzun uzadıya tartışır ve birlik ile çokluğun tabiatta
hep birlikte bulunduğunu, bu birlikteliğin sağladığı düzen ve ahengin rastlantı
sonucu olamayacağını çeşitli delillerle kanıtlamaya çalışır. Ona göre eşyanın
var oluşunun ve varlığını sürdürüşünün gerçek sebebi daha yüce, daha şerefli ve
eşyanın var oluşundan daha önceye giden bir sebeptir. İşte bu İlk Sebep,
kendisinde asla çokluk bulunmayan mutlak Bir’dir.
Kindi, Yeni Platonculuğun negatif teolojisini
hatırlatır tarzda Gerçek Bir’i, bir olma dışında herhangi bir sıfatla
nitelemekten kaçınmakta, ancak Tanrı hakkında konuşmak için genel bir ilkeye de
işaret etmektedir: Tanrı’nın nitelikleri mutlak ve gerçektir. Tanrı dışındaki
varlıkların özellikleri ise her zaman için bir görecelilik içermekte ve gerçek
değil, mecazi bir anlam arz etmektedir. Kindi bu noktayı ‘etkin’ kavramını özel
olarak ele aldığı Gerçek ve Mecazi Etkin
Üzerine adlı kısa risalesinde incelemektedir. Fiili ilk ve ikinci dereceden
fiil şeklinde ikiye ayıran Kindi, ilk gerçek fiilin ‘var olanları yoktan var
etmek’ olduğunu ve bu tür fiilin, her sebebin gayesi olan Tanrı’ya özgü olup
buna ibda adı verildiğini belirtmektedir. Buna karşılık yaratılmış varlıklar
düzeyinde sebep-sonuç şeklindeki etkileşimde söz konusu olan fiil ise ‘ikinci
dereceden fiil’ adını almaktadır. Buna göre birinci dereceden fiilin failine ‘gerçek
etkin’, ikinci dereceden olanın failine de ‘mecazi etkin’ denmektedir. Gerçek
etkin, etki türlerinden hiçbirinin etkisi söz konusu olmadan varlığa etki
ederken, mecazi etkin ise bir konumda etkin olsa da bir başka yerde edilgin
konumda olmak durumundadır. Asla etki altında kalmayan gerçek etkin, her şeye
etkide bulunan yüce Yaratıcı’dır ve O’nun dışındaki bütün varlıklar ise gerçek
anlamda edilgin, ancak mecaz olarak etkin adını almaktadır. Bu bağlamda Kindi,
sebep kavramını da ‘uzak’ ve ‘yakın’ şeklinde ikiye ayırmakta, ‘her oluş ve
bozuluşun, her duyulur ve akledilir olayın meydana gelişindeki uzak sebebin,
her şeyi ve her etkini, kemale erdiren, sebepler sebebi Tanrı’ olduğunu
belirterek gerçek etkini ‘uzak sebep’le, mecazi etkinleri ise ‘yakın sebep’
kavramıyla ilişkilendirmektedir. Burada şu hususa işaret etmek gerekiyor ki başlangıçtan
beri kelamcıların sebep-sonuç arasındaki her türlü ara etkeni, yani vesileciliği,
şirk olur endişesiyle temelde reddetmelerine rağmen, Kindi’nin problemi ‘hakiki-mecazi’
veya ‘uzak-yakın’ etkin bağlamında çözümlemesi, rasyonel düşüncenin ve bilimin
gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Kozmoloji
Kindi’nin Sudür’u çağrıştıran bazı ifadeleri bulunmasına
rağmen kendisi yoktan yaratma fikrini savunmaktaydı. Öte yandan Kindi, Sudür’ü
sistemleştiren haleflerinden alemin ezeliliği konusunda ayrılmakta ve gerek İlk Felsefe Üzerine’de gerekse bu konuya
tahsis ettiği risalelerinde alemin ezeli olduğu fikrini tümüyle reddetmektedir.
Kindi’nin bu konudaki temel dayanağı, ‘akıl tarafından vasıtasız olarak açık
seçik bir şekilde kavranılan aksiyomlar’ diyerek atıfta bulunduğu Öklid’in Elementler kitabındaki altı aksiyomdur.
Sonsuzluk fikrinin birçok çelişkiye yol açtığını, bu nedenle alemin ezeli
olamayacağını savunan Kindi, aksiyomları kullanarak hiçbir niceliğin sonsuz
olamayacağını, alem de bir nicelik olduğuna göre onun da sınırlı, sonlu ve
zaman bakımından sonradan olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Kindi’ye göre hiçbir
nicelik sonsuz olamayacağından ve alem de bir nicelik olduğundan onun da sonsuz
ve sınırsız olması mümkün değildir. Sonlu olan her şey yaratılmış ve her
yaratılanın da bir yaratıcısı bulunduğundan alemin de yoktan yaratan bir
yaratıcısı vardır.
Kindi’nin eserlerinde, Gerçek Bir’den başlangıcı ve
sonu olan alemin nasıl varlığa geldiği konusunda ayrıntılı bir açıklama
bulunamasa da gerek yaratılış sürecinde gerekse varlığın sürekliliğinin
sağlanmasında mecazi de olsa aracı etkenlerin varlığına dair geniş açıklamalara
rastlamak olasıdır. Bilindiği üzere İlk ve Ortaçağ felsefe ve kozmolojilerinde
hakim olan anlayışa göre ‘alem’ denilen, Tanrı dışındaki varlık sahası, ay üstü
ve ay altı olmak üzere başlıca iki kısma ayrılmakta ve ilkinin oluş-bozuluş
kanununa uğramayan ideal ve mükemmel varlıkları, ikincisinin ise oluş bozuluşa
tabi süreksiz varlıkları içerdiği kabul edilmektedir. Kapalı, yani sınırları
olan bu alem anlayışında alemi dıştan çepçevre kuşattığı farz edilen küreye ‘felek’
adı verilmektedir. Ay üstü alemdeki sabit yıldızlara ve gezegenlere ise ‘el-eşhasu’l-aliye’
denmektedir. Felek terimini madde ve sureti bulunan, fakat ezeli olmayan varlık
şeklinde tarif eden Kindi, feleğin cisminin zıddı bulunmadığı oluş ve bozuluş
kanununa tabi olmayıp yoktan yaratıldığını, bir organizma gibi tümüyle alemin
canlı ve akıllı olduğunu, ay altı alemdeki organik ve inorganik varlık
türlerinin gerçek etkininin Tanrı, mecazi ve yakın etkininin ise felek olduğunu
söylemektedir.
Gerçek Bir’den gelen ve gökküreleri aracılığıyla bütün
varlığa yayılan feyz yoluyla kozmik varlığı açıklayan Kindi, bunu, her şeyin
Allah’a secde etmesiyle de ilişkilendirmekte ve alemde özel olarak insanın
varlığına dikkat çekerek onun alemin küçük bir modeli (mikrokozmos) olduğunu
vurgulamaktadır.
FARABİ
Ebu Nasr el-Farabi, temel problemlerini belirtmesi ve
bu problemlerin çözümünü çerçeve olarak belirlemesi bakımından birçokları için İslam
felsefesinin gerçek kurucusu olarak kabul edilir. Farabi’nin yazılarında Kindi’den
farklı olarak, teolojik düşünme ile felsefi düşünme bağlamında ipler
birbirinden ayrılmış durumdadır. Sadece İslam coğrafyasının değil, felsefi düşünüşün
evrensel temsilcilerinden biri olan Farabi’nin temel felsefi ilgileri ahlak ve
siyaset alanında yoğunlaşmıştır. Farabi, İslam kütür ortamında doğup
büyüdüğünden dolayı doğal olarak diğer İslam filozofları gibi kendisi de, çoğunlukla
bu kültürün içerisinde bulunan problemlerle uğraşmıştır. Kendi imkanları
içerisinde Tanrı, evren ve insana ilişkin, felsefi işleyişi özenli, bütünlüklü
ve düzenli bir sistem ortaya çıkarmıştır. Metafizikçi olarak Farabi’nin kurduğu
yapı, Platon, Aristoteles ve Plotinos gibi filozofların etkisini yansıtmakla
birlikte, kendisine aittir. Bu yapının İslami kültürden yansıması olarak yorumlamak
mümkündür. Tanrı-insan ilişkisi ve bu ilişkinin bir sonucu olan vahiyi taşıyan
ilk kişi olarak filozof-peygamber fikri bizi yerli etkilere götürmektedir. Farabi,
Tanrı’yı Grek felsefesinin etkisiyle birlikte bir olan, kendini düşünen
düşünce, ilk sebep olarak gördüğü gibi dini düşüncenin etkisiyle de yönetici ve
vahyedici olarak tasvir etmektedir. Özellikle mantık alanındaki üstün
başarılarından ötürü, Muallim-i Evvel (İlk Hoca) olarak anılan Aristoteles’in
ardından, Muallim-i Sânî (İkinci Hoca) unvanıyla anılan Farabi, geriye 43’ü
günümüze ulaşan 100’e yakın eser bırakmıştır.
Tanrı'nın Varlığı ve Nitelikleri
Farabi, Tanrı'nın varlığını kanıtlama amacı gütmekten
ziyade nasıl bir varlık olduğunu ortaya koyar. Tanrı'nın varlığını, varlık,
yetkinlik ve zorunluluk kavramları etrafında temellendirmeye çalışır. Var olan
şey, genel olarak varlık bakımından ya zorunlu ya da mümkündür. Zorunlu, özü
varlığını gerektiren, kendisi düşünüldüğünde varlığı da zorunlu olan ve bu
sebeple zorunlu varlık olarak adlandırılan şeydir. Varlığı mümkün olan ise
yokluğu da düşünülebilen, nedeni olan şeydir. Kendisi bakımından mümkün olan
şey, sebebi bakımından zorunludur. Mümkünler zincirinin nedenselliği sonsuza
kadar devam edemeyeceğinden özü bakımından zorunlu olan bir varlıkta son
bulması gerekir, bu da ilk var olan, ilk sebep, Tanrı'dır. Kainat, mümkün
varlıklardan meydana gelir, dolayısıyla özü itibariyle zorunlu olan bir ilk
sebebin varlığına muhtaçtır. Bir varlık, özü gereği varsa onu yok saydığımızda çelişkiye
düşeriz. Özü gereği var olan Tanrı'nın varlığı zorunludur. Yokluğunu tasavvur
edebileceğimiz bir varlık Tanrı olamaz, buna göre Tanrı zorunlu varlık olarak
yokluğu düşünülemeyen varlıktır. Zorunlu varlık olarak Tanrı, yetkindir ve tüm
eksikliklerden uzaktır. Hem varlık yetkinliği hem de kıdem bakımından en üstün
varlık Tanrı'dır. O, ilk olan, ilk var olan ve ilk sebeptir. Tanrı ezelidir ve
ezeli var oluşu cevherinden kaynaklanır, ezeli olmak için başkasına muhtaç
değildir. Tanrı mutlak anlamda sebepsiz varlıktır. Tanrı tamdır, onun sahip
olduğu varlık başka bir varlık tarafından paylaşılmamaktadır, tektir.
Niteliksel ve niceliksel anlamda parçalarından söz edilemez. Tanrı cevheri
bakımından fiil halinde akıldır. Özü itibariyle Zorunlu Varlık olan Tanrı;
Bir'dir, Müdebbir yani yöneticidir, Akıl'dır, Bilen ve İyi'dir.
Evren
Bütün varlıklar bir hiyerarşi içinde Tanrı'dan sudur
eder. Bu Tanrı'dan kaynaklanan şaşmaz bir düzeni yansıtır. Sudur sürecinin bir
ucunda varlık yetkinliği ve birlik bakımından mutlak olan Tanrı, diğer ucunda
birlik ve varlığı en düşük düzeyde barındıran madde bulunur. Sudur süreci
boyunca Tanrı'dan uzaklaştıkça çokluk ve noksanlık artmakta, birlik ve
yetkinlik azalmaktadır. Tanrı mutlak birliğe, madde sonsuz çokluğa sahip. Tanrı'nın
fiillerinde ve eseri olan evrende asla bir dengesizlik ve mantıksızlık
bulunmaz. Tanrı mutlak iyi olduğu gibi evren de iyidir. Farabi’nin kabul ettiği
evren tasarımına göre, evren, merkezinde dünyanın bulunduğu eş merkezli, iç içe
geçmiş kürelerden oluşmaktadır. Evrenin dış kabuğunda yer alan ilk gök, sabit
yıldızlar küresidir ve Tanrı’ya yönelik bir aşk ve arzu ile hareket eder. Diğer
kürelerdeki hareketlerin fail sebepleri bağlı bulundukları kozmik akıllardır.
Evren, dünyamıza en yakın küre olan ay küresi ekseninde ay üstü evren ve ay
altı evren şeklinde iki ana bölüme ayrılır. Ay üstü alem, Tanrı’dan başlayıp
kozmik akılların sonuncusu olan faal akla kadar devam eden ve gök cisimlerini
de içine alan sudur sürecinin soyut, üstün, mükemmel tanrısal varlıklarından
meydana gelir. Eksik varlıklardan meydana gelen ve oluş ve bozuluşa tabi olan ay
altı evrenin, yani maddi dünyanın varlık ilkeleri madde, suret ve nefistir. Ay
altı evrende zorunlu ve doğal olarak gerçekleşen sonlu hareket, ay üstü evrende
ise dairesel, dolayısıyla bitimsiz hareket vardır.
1. Ay Üstü Alem
a) Kozmik Akıllar ve Gök Cisimleri
Tanrı ile dünya arasında bir aracı varlıklar dizisi
varsayılır. Bir olan Tanrı'dan çokluğun çıkması düşünülemez. Bir olan bir
varlıktan ilk olarak ancak kendisi gibi maddesiz ve bir olan bir varlığın
çıkması gerekir. Buna göre Tanrı'dan sırasıyla her birinin kendine özgü varlığı
olan ikincil sebepler, kozmik akıllar varlık kazanır. Var olanların Bir'den
taşması sürecinde gök cisimleri de, ikincilerin varlık veren varlıklarından
meydana gelir. Kozmik çıkış sürecinde ikinciler birbirlerinin varlık sebebi
haline gelirler. İkincilerin her birinden her bir gök cisminin varlığı zorunlu
olarak çıkar.
b) Faal Akıl
Faal akıl, Farabi'nin metafiziğinde önemli bir
kavramdır. Faal akılın hem kozmik hem de epistemik işlevleri vardır. Soyut
akılların sonuncusu olan bu ilke ile ay üstü evren sona ermektedir. Faal akıl
Tanrı'yı, ikincileri ve kendi özünü bilir, ve özleri bakımından düşünülür
olmayanları düşünülebilir kılar. Ay üstü alemde bulunan cevherlerle ay altı
alemde bulunanlar yetkinliklerinin niteliği bakımından birbirinden ayrılır. Ay
üstü varlıklar, cevherleri bakımından başından itibaren son yetkinliklerine
sahip olmalarına karşın ay altı alemde bulunanlarda bu yoktur.
2. Ay Altı Alem
a) Nefis/Ruh
Faal akılla birlikte soyut varlıkların bulunduğu ay
üstü alem sonan erer ve bizim de içinde bulunduğumuz ay altı alem başlar. Ay
altı alem, tabiat varlıklarından meydana gelen oluş ve bozuluş dünyasıdır. Var
olanların altı ilkesi bulunur: Tanrı, kozmik akıllar ve faal akıl hem cisimsel
değildir hem de cisimde bulunmazlar; Nefis, madde ve suretten oluşan diğer üçü
ise cisimsel değillerdir fakat cisimde bulunurlar. Cisimsel varlıklar göksel
cisim, insan, hayvan, bitki, madeni varlık ve dört unsurdur, bu altı cins
cisimden oluşan bütün de evrendir. Nefis, suret ve madde gibi cisimsel değildir
ama cisimde bulunur. Bitki, hayvan ve insanın nefsinden söz edilebileceği gibi,
semavi cisimlerin nefislerinden de söz edebiliriz. Nefis, bilkuvve hayat sahibi
organik tabii cismin ilk yetkinliğidir.
b) Madde - Suret
Bizim dünyamızda var olan her bir nesne cisim olarak
var olur, cisim de madde ile suretten oluşan bütünün adıdır. Maddenin de formun
da tabiatta tek başına var olması mümkün değildir. Madde ile suret arasında
amaçlı bir ilişki vardır ve tabiattaki teleolojik işleyişin bir parçası olarak
birbileri için var olmuşlardır. Maddenin suretten ayrı olarak bulunması
anlamsızdır. Suret de kendinde varlığa sahip değildir, var olmak için bir
maddeye muhtaçtır. Cisimsel töz, maddde ile suretten oluşur. Cisimsel töz, suretin
maddede var olmasıyla gerçeklik kazanır, madde ise gerçekleşmemiş, kuvve
halindeki cisimsel tözdür. Madddenin her bir şeyin ortak unsuru olması, ay altı
alemde, madde ile maddi suretler arasında zorunlu bir bağın bulunmaması
anlamına gelir. Bütün tabiat varlıklarının kendisine yönelip hizmet ettiği
insan, başka bir tür için madde ve hizmetçi konumunda bulunmaz. Bu nedenle,
insan tabiatın en yetkin ve üstün varlığıdır.
KAYNAKÇA
Kindi: İlk Felsefe Üzerine
M. Cüneyt Kaya: İslam Felsefesi: Tarih ve Problemler,
İsam Yayınları, 2017, s. 99-108,
İbnü’n Nedim: el-Fihrist, s. 320
Farabi: et-Ta’likat, s. 5
Farabi: Risalet fi Mesaile müteferrikat, s. 18
Yaşar Aydınlı: Farabi, İsam Yayınları, s. 73-87, 89-100
Yorumlar
Yorum Gönder