SANATIN TOPLUMSAL ROLÜ ve ŞİİR İLE FELSEFE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA: VAROLUŞÇU ŞİİRİN VAR OLUŞU

Sanat, muhalif olmadığı zamanlarda bile aykırı olma eğilimindedir. Bu yönüyle bir yanı hep anarşist kalacaktır. Çok bilindik bir tartışma olan "sanat, sanat için midir yoksa toplum için mi?" polemiği toplumsal yaşam için aslında çok hassas bir olguya işaret eder. Geleneksel toplumlarda sanatın toplumsal yaşamla, siyasi otoriteyle ve ahlaki normlarla iç içe olması ve onlara ters düşmekten kaçınması olağan bir durumdu. Ancak modernizm ve onu takip eden post-modernizm ile birlikte sanatın ve sanatçının aykırı olması, hatta bu aykırılıkta öncü olması bir gereklilik olarak görülmüştür. Modern toplumun ana savı özgürlükçü olması, eleştirel, muhalif, sanatsal ve felsefi yaratımlara kendi içinde yer vermesidir. Sanat, sanat için yapılır, ancak bu sanat için olan sanatın da her zaman toplumsal bir yönünün olduğunu ve bunun göz ardı edilemeyeceğini gösteriyor. Her şiir ve her sanat eseri, diğerleri tarafından algılanmak için vardır ve sanatsal anlamda bir değer kazanması için diğerleri tarafından algılanmalıdır. Bu sanatın yalnızca sanat yapma kaygısıyla ortaya çıkmasına ters bir durum değildir. Her sanatın bir noktada toplumsal rolü vardır ve bu sanatçının bir açıdan topluma karşı kendini ifade edebilmesi için seçtiği yoldur. Bu yolda da muhakkak kendi doğrularıyla ilerleyecektir. 

Burada Varoluşçu Şiir adından da anlaşılacağı üzere şiir-felsefe ilişkisinin bir görünümü mevcut. Felsefeyi şiir ile harmanlamak mümkün olmadığından şiiri felsefe ile ilişki içine sokmak, ikisi de kişisel hayatımda önemli bir yer teşkil ederken belki de benim için kaçınılmaz bir durumdu. Şiir ve felsefe, şair ve filozof ilişkileri, birbirlerini karşılıklı olarak besleyen bir zemin üzerinden şekillenir. Felsefe, evrensel gerçekliğe dair bütünsel bir kavrayış arayışıyla, sanatsal yaratıcılığa sağlam ve derin bir çerçeve sunar. Büyük şiir eserleri, hatta daha tümel bir anlayışla büyük sanatsal yaratılar, felsefi düşünüş bağlamında ortaya konan kavramların algı içerikleriyle imgesel bir dolayımına, insan deneyimindeki öneminin derin bir iç görüsüne işaret ederler. Bu bağlamda büyük bir şair/sanatçı, filozofça bir bilgelik ve duyarlılıkla yaşamın gerçekliğini algısal tecrübemize sunar. Sanat yapıtının estetik açıdan değeri, bu söz konusu kavramsal iç görü ve duyarlılığa dayanır. Sanatsal yaratıcılığın özünü oluşturan imgelem ve kavramsal duyarlılık, felsefi yaratıcılığı besleyen en önemli unsurlardan biridir. Gerçekliği anlamamıza olanak sağlayan kavramsal yaratım süreci olarak felsefe, bu söz konusu kavramların algı dünyasındaki derin köklerine dair duyarlılığı ifade eden sanattan önemli bir ölçüde etkilenir. Her türden insani üretim ve yaratıcılık süreci kavramsal bir donanım ve zemini zorunlu kıldığından çağın bilimsel, teknik ve felsefi donanımından doğrudan etkilenir. Bu anlamda estetik yaratıcılığı ifade eden sanatsal alan da ancak her çağın kendine özgü felsefesinden ve kavramsal donanımından hareketle var olabilir. Aynı şey felsefi düşünüş ve yaratıcılık için de söz konusudur. Felsefi yapıtların anlaşılması açısından yalnızca bilimsel yapıtların değil, sanat yapıtlarının da olumlu ve zenginleştirici gücünden söz edilebilir. Şiirsel imgelem ve kurgu yeteneği, felsefi spekülasyon ve akıl yürütmelerle çok yakın ilişki içindedir. Bu ilişkileriyle beraber en nihayetinde, şiir, algısal deneyimimizi, felsefe düşünsel deneyimimizi zenginleştirerek iç dünyamızı yüceltir. 

Pek çoklarının bir fikir üzerine inşa edilmiş şiire yakın olmadığını biliyoruz. Sanata ve sanat yapıtlarına etik, politik, ulusal ve dinsel misyonlar yüklemek bir risk taşıyabilir. Bu türden bir görev ve misyon yalnızca sanatçının özgür düşünüş ve yaratıcılığı üzerinde bir baskıya dönüşme riski taşımakla kalmaz, aynı zamanda sanatsal yaratımı tek yanlı ideolojik kalıplar içinde yüzeysel ve sıradan kılabilir. Böyle yüzeysel ve sıradan bir sanatsal yaratım ise hakiki ve derin bir etki sürecinden uzak olacaktır. Bu başlığa böyle bir giriş yaparak akıllarda soru işaretleri oluşturmuş olabilirim, ancak yapmak istediğim, belki en sonunda bir paradoks görecek olsanız da düşüncelerimi dürüst ve pak bir şekilde ortaya koymak. Ve aslında her ne kadar adına Varoluşçu Şiir diyecek olsam da, yapıyor olduğum, şiirime öğretisel bir misyon eklemekten ziyade, sahip olduğum ve şiirimde kendi gösteren Varoluşçu düşüncelerim üzerinden şiire bir kimlik kazandırmak.  

Oldum olası kendimi bir ideolojinin, ekolün, düşünce akımının sınırları içine hapsetmedim. Çünkü bireyin sahip olduğu özgür iradeye kısmen de olsa sahip olacak olan bir şeyi içselleştirmekte mantıklı bir taraf bulamamıştım. Ki Varoluşçuluk da her türlü gerekirciliğin karşıtı olarak durur. Aristotelesçi bir yaklaşımla "zoon politikon" olan, yani politik bir hayvan olan insan, duruma göre hareket eden, belli bir doğruya, prensibe bağlı kalmadan sürekli esnek davranır. İnsan gerçekten de politik bir hayvandır, ve öyle de olmalıdır. Belki Rousseau bize burada karşı çıkardı, ki o da herkes gibi kendi doğrularıyla yaşayan bir insandı. Nitekim hayat dogmatik doğruları değil, fikirleri içeriyordu. Ve burada insana kalan şey, özgürlüğünün sınırının bittiği yerde, bir diğer insanın özgürlüğünün başladığı noktada, diğer insanın sahip olduğu fikre saygı duymak olacaktı. Sözgelimi, şiirimde yapacak olduğum tanımlama salt bilişsel bir anlayışı ifade etmiyor. 

Varoluşçu Şiir hususunda, şiire eklemlediğim varoluşçuluğun neyi ifade ettiğinden bahsetmek gerekecektir. Özgür iradeye ve bilince sahip olan insan, iradeden ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına tamamen özgür iradesinin ve isteminin dışında fırlatılmış ve kendisini içinde bulduğu gezegende irade sahibi tek varlık olarak bulmuştur. Varlık problemi, Anadolu'nun en batısında, Ege kıyılarındaki Antik Yunan kentlerinde milattan önce ortaya çıkan felsefenin de ilk konusu olmaklığıyla insanlık tarihi boyunca meşakkatli bir sorun olarak karşımızda durdu. Varoluşçuluk ise daha öncesinde de yakın yaklaşımları görmemize karşın 19. yüzyılda Avrupa'da filizlenmiş bir düşünce.

Varoluşçuluk ya da Egzistansiyalizm, en temelde insanı, insanın varoluşunun anlamını ele alır. İnsanın tüm evren içindeki yerini, bu evrenle ilişkisini ve iç dünyasını açıklamayı amaçlar. Varoluşçuluk'ta insanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği söz konusudur. Güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun gerçekliği ve özü, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın kendini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında gerçekçi davranışı, tutumu söz konusudur. Tanrı inancına sahip varoluşçulardan Soren Kierkegaard, içine düştüğü çık­mazdan kurtuluşunu tanrısal bir güce inan­masına bağlar. Öte yandan Martin Heidegger ve Jean-Paul Sartre gibi Tanrı inancına sahip olmayan Varoluşçu filozoflar, insan ve varoluş sorununa daha farklı bir biçimde yaklaşırlar. Genel düşünce, varlığın özden önce geliyor olmasının insanı yaratan bir Tanrı olmadığı düşüncesini beraberinde taşıdığını varsaysa da, benim baktığım düzlemde böyle bir koşulun zorunluluğu söz konusu değil. Varoluşçulara göre tüm varlıklar arasında bir tek insan önce var olur, sonra kendi özünü yaratır. Sartre'a göre, insanın varoluşu özünden önce gelir, sonra insan kendi seçimleriyle özünü yaratır. Nasıl bir insan olacağına, birçok seçenek arasından tercihler yaparak karar verir. Yaşam içinde acı çekerek, mücadele ederek özünü oluşturur. İnsan tek başınadır ve dünyada kendisine yol gösterecek hiçbir şey yoktur. Ama en nihayetinde insan özgürdür, özgür iradeye sahiptir. Özgürlük her türlü değerin temelini oluşturur ve çeşitli olanaklar arasında seçim yapabilmeyi sağlar. İnsan özgür olarak yaptığı seçimler doğrultusunda kendi özünü yaratmış olur. Bu nedenle de yarattığı bu özden sorumludur. Bu sorumluluk yalnız kendine değil, tüm insanlara karşıdır. İnsan seçtiği ya da seçmediği tüm seçeneklerden, hatta dünyada olup biten tüm olaylardan, bu olaylara taraf olsun ya da olmasın, öyle ya da böyle sorumludur. İnsan bu sorumluluğun altında bunalır. İnsanın içinde yer alan bunaltının nedeni de budur. Çoğu insan yaptıklarının yalnızca kendisini bağladı­ğına, yalnızca kendine karşı sorumluluğu ol­duğuna inanmaya çalışır, ama bu bunaltıdan kurtulamaz. Çünkü sorumluluk ve bunaltı aslında onun insan olmasından kaynaklanmaktadır. Varoluşçu felsefede varoluş bireyseldir ve varoluş sorununu da içinde taşır. İnsan yaşa­mında, içlerinden birini seçebileceği birçok olanakla karşılaşsa da, sonuçta bu seçimi koşullandıran ve sınırlandıran belirli bir tarih­sel dönemde yaşamaktadır. Bu da, insanın varoluşu için belirli tehlikeler doğurabilir. Bu tehlikelerin başında, özünü yitirerek bir nes­neye dönüşmesi ve kendine yabancılaşması gelir. Varoluşçuluğa göre değişmeyen gerçeğin şu olduğunu söyleyebiliriz: İnsan vardır, hürdür, çevresini saran dünyayı bir türlü anlayamaz; bu yüzden genellikle umutsuzdur, karamsardır, kötümserdir; yaşamayı tatsız ve anlamsız bulur. Egzistansiyalistler, bir çeşit bunaltı içindedir. Sartre, buna Bunaltı denmesinin sebebini de şöyle açıklar: İnsan, seçtiklerinin bütün herkes için geçerli olmasından dolayı üzüntülüdür. Çünkü seçtiklerimiz sadece bizi bağlayan sonuçlar doğurmaz, toplumu da son derece etkiler. Bu nedenle sorumluluğu olan herkeste bunaltı oluşur.

Varoluşçu filozoflar, edebiyat ile felsefeyi birbirinden ayıran uçurumu yok etme çabası içindedir. Onlara göre söz konusu olan açıklamak ve çözümlemek değil, betimlemektir. Bu yüzden varoluşçu olarak kabul ettiğimiz birçok filozof aynı zamanda edebiyatçıdır ve felsefelerini edebi eserleri üzerinden betimlemeye çalışmışlardır. Bu noktada varoluşçuluğun kendisinin de edebiyat ile çoğu zaman iç içe geçtiğini görüyoruz. Nasıl varoluşçu felsefe edebiyata yaklaşmak istiyorsa, varoluşçu edebiyat da felsefenin alanına giren sorunlara el atar. Jean-Paul Sartre, Gizli Oturum adlı oyununda insanın bir başkasıyla ilişkilerini, Sinekler'de özgürlüğü, Tanrı-özgürlük ilişkisini, Saygılı Yosma'da iyinin, doğrunun göreceliğini inceler; Şeytan ve Yüce Tanrı'da her zaman ve her yerde geçerli bir mutlak ahlak anlayışı olup olmadığını tartışır. Bulantı, metafizik sorunlarla yüklüdür. Günlük biçimindeki bu romanın kahramanı Antoine Roquentin'in deniz kıyısında çakıl taşına baktığında duyduğu ürküntüyü ya da parkta bir ağacın kökü üzerine düşündüklerini anlatan sayfalar, kendilerine gayet bir felsefe kitabında da yer edinebilirdi. Jean-Paul Sartre'ın felsefi kitapları tam anlamıyla bu sorunları da içermektedir. Simone de Beauvoir'nın Konuk Kız karmaşık ilişkiler içinde bir üçlünün psikolojisi üzerine kurulmuş geleneksel bir roman olmasıyla birlikte bir başkasının varlığının yarattığı sorunları inceleyen metafizik bir romandır. Albert Camus'nün Sisifos Söyleni adlı eserinin bir felsefe denemesi olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Camus'nün Yabancı'da ele aldığı, tikel bir insan olarak Meursault değil, insanın modern toplumla yaşadığı ilişkidir. Ayrıca Bulantı ve Yabancı'da yapmacık ilişkilerle dolu ve anlamsız bir toplumda eski gelenek ve göreneklerini, Tanrı inancını yitirerek evrenin ekseni olmuş, ama bunun yanı sırada makinenin, işinin tutsağı durumuna düşmüş Batılı bireyin hiçliğinin ve bu dünyada fazladan bir varlık olduğunun bilincine varması, "absürt" diye nitelenen kavram biçiminde sunulur okuyucuya. Varoluşçu filozoflar, felsefe ile edebiyatı birbirlerine yaklaştırmaya çalışmışlar, bir başka deyişle romanı, öyküyü, tiyatroyu, denemeyi felsefi düzleme taşımışlardır. Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus gibi varoluşçu olarak bildiğimiz isimler, hatta Dostoyevski, Kafka, Samuel Beckett, Edgar Allan Poe, Shakespeare gibi eserlerinde varoluşçu izlere rastladığımız yazarlar, edebiyat aracılığıyla geniş bir kitleye seslerini duyurup, düşüncelerini iletebilmişlerdir. Dünya edebiyatında ve hatta Türk edebiyatında, şiirlerinde varoluşçu izlere rastladığımız şairler mevcut. Açık olarak varoluşçu olduklarını söylememelerine karşın Edip Cansever, Turgut Uyar, Ahmet Oktay gibi şairler, şiirlerinde yalnızlık, bunaltı, yabancılaşma gibi varoluşçuluğa özgü kavramlara yer verirler. Belki gelecekte buna ana tema olarak yer aldığı daha farklı bir yazıda değinebilirim. Sözgelimi varoluşçuluk ve edebiyat hep yakın ilişkiler içinde olmuştur. Ben de kendi varoluşçu düşüncelerimi şiir üzerinden, şiirin sahip olduğu hassasiyete bir şey kaybettirmeden duyursam, olabilir diye düşündüm. 

Varoluşçu Şiirden anlaşılması gereken şeyin ne olduğuna dair bir şey söyleyemiyorum. Varoluşçu şiirden anlaşılması gereken ortak bir unsurun bulunduğunu da savunmuyorum, lakin bunun bir özünün olduğunu düşünen bir kimse olabileceği için kapıyı aralık bırakmayı yeğledim. Varoluşçuluğun kendisinin taşıdığı ortak etmenleri bir kenara koyduğumuzda kendisini Varoluşçu olarak tanımlayabileceğimiz filozofların Varoluşçuluk anlayışları dahi birbirinden farklıyken, Varoluşçu Şiirin de benim Varoluşçuluk anlayışımla birlikte şekilleneceğini söyleyebilirim. Sartre, varoluşçuluğun herkese göre farklı tanımlarının olmasının, bu düşünce akımının en önemli özelliği olduğunu söyler. Varoluşçuluğun gerçek bir tanımı yapılamaz. Çünkü varoluşçuluk sözcüğünü kucaklayan tek bir öz, değişikliğe uğramayan tek bir felsefe yoktur. Bu sözcük aralarında derin ayrımlar bulunan felsefeleri gösterir. Nitekim varoluşçu olarak kabul ettiğimiz Kierkegaard, Heidegger, Jaspers, Sartre, Nietzsche gibi filozofların üzerinde anlaştıkları bir ilkeler topluluğu yoktur. Aynı çağın içinde yaşamış olup aynı sorunları ve güçlükleri cevaplandırmak zorundadırlar. Cevapları özdeş olmasa bile, aynı yöne çevriktir ve aralarında içten içe bir bağlılık vardır. Başka bir deyişle varoluşçuluk kavramı belli bir düşünme biçimini, özel bir davranışı, ruhsal bir akımı göstermektir. 

Şiirin ne olduğu hakkında mutlak betimlemeler yapmaktan hep uzak durdum. Çünkü şiirin bir doğası yoktu. Varoluşçu şiir fikrimin ortaya çıktığı nokta da buydu. Şiir bir sanatsa ve sanat hayatın bir yansımasıysa, bir doğasının bulunmadığını düşündüğüm insanı, bir doğasının bulunmadığını düşündüğüm şiir ile sentezleyerek bu fikre paralel olan ve kendime yakın hissettiğim Varoluşçuluk düşüncesi üzerinden şiirimi tanımlayabilirdim. Hatta ve hatta, Varoluşçu Şiir tanımlamasının açık yüreklilikle seçilen bir şey değil gözlemlenen bir şey olduğunu söyleyebilirim. Bu, kendi şiirime baktığımda şiirde bulduğum şeydi. Kısacası bu bir manifesto değil. Yazdığım şiir ile ilgili yaptığım bir durum tespiti. Ve 20'li yaşlarımın başında nerede olduğumu bana hatırlatma görevini görüyor. Şiiri sokakta başıboş bırakmaktansa ona bir kimlik kazandırarak ayaklarının yere daha sağlam basmasının doğru olacağını düşündüm. Ve felsefi düşüncelerim açısından, özünde amaç olan şiiri bu noktada araçsallaştırarak şiire iki yönlülük atfetmenin -bunu ne kadar kabul edersiniz- ona artı bir nitelik kazandıracağını umuyorum. 

Hasan Salih Kaymaz

Mart 2019


Yorumlar

Popüler Yayınlar