ETHOS ile ARETE'NİN IŞIĞINDA: TARİHSEL BAĞLAM İÇİNDE İNSAN ve "İNSAN OLMAK"

théodore chassériau ile ilgili görsel sonucu

İnsan, yaratıldığından itibaren varoluşunu sürdürebilmek için sürekli mücadele etmiştir. İnsan olmanın en önemli özelliği akıl aracılığıyla ihtiyaçlarını gidererek kendi sürekliliğini sağlamış olmasıdır. Dolayısıyla problemleri çözmek ve çözümleri kurumlaştırmak gerekmiştir. İnsanın varoluşu, beden ve ruh olmak üzere iki temel niteliğin zorunlu birlikteliğiyle mümkün olmakla birlikte, duygu, bunlara üçüncü bir unsur olarak katılır. Günümüze çok yakın bir tarihe kadar evrenin merkezinde yer aldığını kabul ettiğimiz insan, kendisi hakkında yaptığı tüm açıklamaları, onun öz nitelikleri, evrendeki konumu, yaşama şartlarıyla ilgilidir. Bir yanda tanrılar tarafından belirlendiğine inandığı konumunu sürdürürken, diğer yandan, kültür dünyasını geliştirerek, dünyada kendi başına ayakta kalabilecek sistemini üretmiştir. İlk kültür ve medeniyetlerde insanın yaratılışı çoğunlukla olağan bir durum olarak anlatılmaktadır, ya Tanrı'dan olmuş, ya da çamur ve benzeri şeylerden yapılmıştır. İnsan, bir yandan inandıkları tanrıları karşısında, genellikle, zavallı bir konumda resmedilirken, diğer yandan aklıyla kültürel dünyasını kurarak kendi evrenini yaratmış ve dünyadaki varoluşunun sürekliliğini sağlamıştır. Aklıyla birlikte ruhu ve duyguları da, bir yandan dünyayla diğer yandan tanrıyla ilişkisini belirleyen unsurlar arasındadır. Her medeniyette, birçok farklı bağlamda, insanın tanrısal bir konuma ulaştığı görülmektedir. Bu dünyadaki yaşamının iyi olması için gerekli kurallara uymak dini, ahlaki, siyasi bir yapılanma çerçevesinde gerçekleşmektedir. Eski medeniyetlerin insanları, insanlık tarihine çok büyük miraslar bırakmıştır. Tarım, yerleşik hayat, şehir, devlet, yazı, su kanalları, surlar, hisarlar, piramitler, tapınaklar, zanaatler ve meslekler, değerler ile kurumlar üreterek, insanlığın dünya üstündeki varoluşunu başarıyla sürdürmelerini sağlamışlardır. İnsan evrendeki varoluşunu, olumlu ve olumsuz özellikleriyle sürekli hesaplaşarak sürdürmektedir. Tasavvurun temelini insanın bu dünyada nasıl yaşaması gerektiği ve insanı insan yapan şeyin ne olduğu sorunu oluşturmaktadır.  İnsan, içine doğduğu evrende çok uzun bir süre boyunca kendini evrenin en temel ve en değerli varlığı olarak sundu. Onun evrendeki yerini açıklarken devlet, tarih ve din anlayışlarını geniş boyutlu ele aldığımızda yaratılışlarını eski medeniyetlerdeki inanışlar üzerinden açıklamamız gerekecek.

İnsanın Yaratılış Hikayeleri


Sümerlilerde insanın kökenine ilişkin farklı anlatılar mevcuttur. Bunlardan biri insanların bitkiler gibi yerden türedikleridir. İkincisi bazı tanrısal zanaatkarlar aracılığıyla kilden yoğrulduğu, sonra Tanrı Nammu'nun kalbini biçimlendirdiği, Tanrı Enki'nin de can verdiği anlatılmıştır. Anlatılan bir efsaneye göre evreni düzenlemekle yükümlü olan Enlil, yeryüzünü de düzene sokmuştur. İnsanla ilişkili esas unsurlar, bitkiler dünyası, sığırlar, tarım araçları ile uygarlığın çeşitli zanaatları, Enlil'in buyruklarını yerine getiren küçük Tanrısal varlıklar tarafından yaratılmışlardır. Bir başka yaratma hikayesi Nammu ve Enki bağlamında şekillenmektedir. Tanrıların başı sıkıştığında başvurdukları merci bilgelik tanrısı Enki'dir. Nammu, Ninmah ile iyi ve soylu yaratıcılar, Enki'nin kontrolü altında insanı yaratmak için uğraşmışlardır. İnsanların kurdukları kültürel düzenin temel unsurların tanrılar tarafından meydana getirildiği belirtilerek bu unsurların geçmişleri sergilenmiştir. İnsanların temel ihtiyaçlarından sorumlu tanrıların var olması ve insanın ihtiyaçlarının bu temelde sağlandığına inanıldığı görülmektedir. İnsanın yaratılış sürecine baktığımızda esas sorunun beslenmeyle ilgili olduğu görülür. Bu kaçınılmazdır. Çünkü beslenme zorunlu ihtiyaçların başında geldiği gibi, devletin yapılanmasında da tarımın büyük önemi vardır. İnsanın beslenme merkezli bir anlayışla açıklanması kaçınılmaz olmuştur. Sümerliler insanın dinsel hayatına da çok değer vermişlerdir. İnsanların tanrılara hizmet için yaratıldıkları inancı, tanrılar karşısında durumlarını belirsiz hale getirmiştir. Kaderlerinin tanrıların elinde olması tanrılara olan hizmetlerini daha da artırmıştır. Onlara göre yeraltı dünyası, yer üstünün bir yansımasıdır.


Mısır düşüncesinde insanın kökeni sorunu belirgin bir sorun olmamıştır. Mısırbilimcisi Erik Hornung'un bildirdiğine göre tarihsel süreç içinde tanrısal tezahür biçimi olarak önce cansız nesne, daha sonra bitki ile hayvan, son olarak da insan görülür. İnsan bedeni ve hayvan başı taşıyan karma varlık erken dönemde ortaya çıkmıştır. Başın zamanla değişmesi, tanrının simgelerinin de değiştirilebilir olması ilkesine dayanır. Arkeolog Jacquetta Hawkes'a göre Mısırlılar insanın yaratılışına fazla önem vermemiştir. Çünkü insanla tanrılar arasında özsel bir farklılık yoktur. İnsanın koç tanrı Khnum tarafından çömlekçi çarkıyla biçimlendirildiğine dair inanışlar vardır. Güneş tanrının bildirisine göre iyi eğilimli olan insanlar, tanrının sürüleridir. Tanrı, yeryüzü ve gökyüzünü onların isteğine göre yapmıştır. Kozmogoni ve teogonilerle karşılaştırıldığında insanın kökenine ilişkin mitler oldukça siliktir. İnsanlar, güneş tanrı Ra'nın gözyaşlarından var olmuşlardır.


Yahudilerin ve diğer semavi dinlerde de büyük benzerliklerin bulunduğu insan anlayışı Tanrı'nın insanı yaratması ve Tanrı ile insan ilişkileri sürekliliği temeline oturmaktadır. Tevrat'da anlatıldığı şekliyle insan, diğer unsurlar gibi yoktan var edilmemiş, topraktan yapılmıştır. Onu ayrıcalıklı yapan şey ise Tanrı'nın kendi suretinde yaptığı insana kendi nefesinden üflemesidir. İnsan, ayrıcalıklı niteliklere sahip olmasına karşın gözetim altında tutulmuş ve kural çiğnemeye bağlı olarak cezalandırılmıştır. İnsanın neden yaratılmış olduğu belirtilmemiştir. Allah, Kuran'da geçen bir ayetin başında yer aldığı şekliye niyetini bildirmiş ve gerçekleştirmiştir. Allah insanı yeryüzündeki her şeye hakim olsun diye kendi suretinde erkek ve dişi olarak yarattı. İlk insan olan Adem'in yalnız olması iyi olmayacağından uykudayken onun kaburga kemiğinden kadını yarattı. İlk kadının yaratılmasında amaç Adem'in yalnızlığıdır. Kadın yaratıldıktan sonra ortaya çıkan suç ve kadına verilen ceza, kadının asli görevinin ne olduğunu belki de gözler önüne sermektedir. İnsanın doğayla ilişkisi diğer anlayışlardan farklı olarak ortaklık, eşitlik, aynı olma durumu içermiyor. İnsan, dünyaya hakim olmakla görevlendirilmiştir. Dünyadaki her şeyi kullanma hakkına sahiptir. Bu hakkı ona yaratıcı olan Allah vermiştir. Tanrı, şarka Aden'de bir cennet yaptı ve Adem'i oraya koydu. Görünüşü güzel her ağacı Aden bahçesinde yarattı. Bahçenin ortasında hayat ağacını, iyilik ve kötülüğü bilme yani ahlak ağacını yerden bitirdi. Bahçeyi sulamak için Aden'den bir ırmak çıktı ve dörde bölündü. Tanrı Adem'i aldı ve Aden bahçesine koydu ve emretti: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye, ama iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin anda mutlak ölürsün. Bu uyarıya rağmen Adem sakınması gereken o suçu işler. Yasak elmanın bulunduğu Bilgelik Ağacı ahlak temelli bir semboldür. Ayrıca insanın şimdisini açıklamak için kökeni kullanma açısından soruna bakıldığında, dünyada olan kötülükleri ve ölümü açıklamanın en iyi yolu olarak Bilgelik Ağacı öne çıkmaktadır. Belki de bu, dünyada hiçbir kötülük kalmadığında ölümün de olmayacağının bir göstergesi olarak karşımızda duruyordur. Tanrıyla insan arasındaki ilişki biçimini bu işlenen ilk suç ve uygulanan ilk ceza belirlemektedir. İlk suç ahlaka ilişkin olduğuna göre Allah'ın şiddetle yasakladığı ve cezalandırdığı suç tipinin ahlaki olduğu söylenebilir.


Hint inanışlarına göre kozmik varlığın kendini dönüştürmesinden hareket edildiğinde, insanın oluşumunun, evrenin oluşumuyla paralel gittiği söylenebilir. Hint düşüncesinde insanın dört amacının olduğu belirtilmektedir. Bunlar doğruluk, zenginlik, eğlence ve ruhsal özgürlük. Hint düşüncesi, insanı bu dört amaç içinde anlamlandırmış ve açıklamıştır. İnsanın kökenini açıklayan temel anlayışlardan biri Manu düşüncesidir. İnanışa göre insanlar, ilk çift olan Gök ile Yer'in soyundan gelmektedirler. Mitolojik ataları tanrı Visasvat'ın oğlu Manu'dur. Manu, insan anlamına gelir. İlk kurban sunan Manu, ilk insandır. Hint düşüncesinde Puruşa da insan anlamında kullanılmaktadır. Bu kelime kişilik ve ruh anlamlarına da gelmektedir. Manu'nun Ahlak Kanunlarında Brahma, kendisini ikiye bölerek kadın ve erkek olarak biçimlendirdikten sonra, kadında kozmik kişiyi meydana getirmiştir. Bu kozmik kişi Manu olarak adlandırılmaktadır. Hint inancına göre ölüm, kurtuluşa giden yolda, duraklar arasındaki bağlantıdır. Biyolojik evren modeli ve döngüsel zaman anlayışı, bütün varlıkların dönüşüm içinde olduğunu kabul eder. İnsan da bu sürecin gerekliliklerine uyar. Dönüşüm, ölüm çerçevesinde gerçekleşir. İnsan öldükten sonra hakikat bilgisi, iyi işlerinin etkisi ve özü, kişiyi bırakmaz. Kişi özünü koruyarak bir bedenden çıkıp diğer bir bedene geçer ve yeniden doğar. Her kim "Ben Brahma'yım" sözünün ne demek olduğunu anlamışsa, o kişi, çokluktaki yanılgıyı gördüğünden kurtulmuş sayılır. Hint düşüncesinde insanın kökenine ilişkin açıklamalar, insanın niteliklerini sergilemektedir. Manu anlayışı çerçevesinde de Gök ve Yerin çocukları olarak tanrısal atalara sahiptirler. 


Çinlilere göre insan, fiziksel olarak da toplumsal olarak da en önemli nesnedir. İnsanla birlikte üretmiş olduğu her şey de önemsenmiştir. Bu görüş, Çinlilerin dünya kavramının temel özelliğiyle örtüşür. İnsan, dünya düzeninde ilk sıradadır. Hayvanlar, bitkiler, gök ve yer ona bağlıdır. Bu hiyerarşik yapı, insanın önemini göstermekle birlikte, insanın nasıl oluştuğuyla ilgili düşünceleri zayıf bırakmıştır. Nü-gua, insanı kil ve balçıktan yaratan tanrıçadır. Bu mitin modern bir yorumunda, kilden yapılan insanların fırında piştiği anlatılır. Bunlar fazla pişerse siyahlaşırlar, bazıları yeterince pişmez, fırından beyaz çıkarlar. Sadece üçüncü fırınlama işlemi başarılı olur. Heykelcikler güzel bir sarı renktedirler ve bunlar Çinlilerdir. Shang döneminde her insanın, biri hayatını diğeri kişiliğini şekillendiren iki ruha sahip olduğuna inanılmıştır. Ölümle birlikte iki ruh da bedenden ayrılır. Diğer bir görüşte Tao, Yin ve Yang'ın türediği birliği yarattı. Yin ile Yang, Üç Esinti-Enerji'yi, Temizliği, Pisliği ve Temizlik-Pislik karışımını yarattı. Gökyüzünü, Toprağı ve İnsanı meydana getirdi. Çin medeniyetinde insanın kökeni sorunu çok dar bağlamda ele alınmıştır. 


İnsanın Kültürel Evrimi


Modern bilimin paradigması, canlılığın evrim sonucu geliştiğini genellikle kabul etmektedir. Mevcut paradigmaya göre elde edilen veriler her geçen gün evrim anlayışını güçlendiriyor. Bütün bunlara rağmen elde edilen verilerin tartışmaya açıklığı evrim ve evrimin yapısı hakkındaki tartışmaları güçlü kıldı. İnsanın kendi kökeni hakkındaki merakı, bu ilgiye somut olarak cevap getirme isteği ve kendilik bilinci, kökenleri de içeren tarihsel süreci bütünlüklü bir şekilde ortaya koymayı gerektirmektedir.


Son halkasını insanın oluşturuğu organik evrime göre, insanın en uzak atası, orman tabanında yaşayan yumuşakçalar ile beslenen bir Prosimiyen olarak karşımıza çıkıyor. Bu canlı, yaklaşık 70 milyon yıl önce orman tabanını bırakmış, ağaç tepesinde yaşayan ağaçsivrifaresidir. 50 milyon yıl kadar ağaç üstünde yaşadığı varsayılmaktadır. Bu süre esnasında kemirgenlikten çıkıp ağaç maymunluğuna geçmiştir. Ramapithecus ve Shivapithecus maymungilleri cinsine dönüşmüştür. Türden türe evrildiği bu süreç boyunca, bedeni irileşmiş, iskeleti dikilebilme konumuna gelmiş, parmakları güçlenmiş, gözleri üç boyutlu görebilir duruma gelmiş, yüzün yanlarından önüne kaymış, beyni niteliksel değişikliklere uğramıştır. İnsanın daha yakın ataları olarak kabul edilen Hominidlerin evrimi 5 milyon yıl önce başlamış, 3 milyon yıl kadar önce Homo cinsine doğru evrim geçirmişlerdir. Yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesinde Homo cinsinin becerikli bir türü olarak görülen Homo Habilis canlısına evrilmişlerdir. Bunlar da yaklaşık 2 milyon yıl kadar önce Homo Erectus adı verilen türe dönüşmüştür. Homo Erectus'un da  1 milyon yıl kadar önce bizim türümüz olan Homo Sapiens türüne evrildiği kabul edilmektedir.


Dik yürüme ile birlikte kültür dediğimiz olguya ilişkin temel unsurların ortaya çıktığı sanılmaktadır. Dik yürüyen Homo Erectus, kültürünü o kadar geliştirmişti ki, Hominidler ilk defa tropikal bölgenin iklim baskılarından kaçarak başka yerlerde yaşama imkanı arayabilmişlerdir. Bir milyon yıl önce Afrika'da doğmuş Homo Erectus toplulukları Asya'ya, oradan da Avrupa'ya geçerek bu üç kıtada evrimin kuvvetli ivmesiyle soylarını Homo Habilis'e taşımışlardır. Bilinçli olarak şekillendirilen ve ilk kültür ürünü olarak kabul edilen taş aletlerin tarihi üç milyon yıl kadar eskiye dayanmaktadır. Taş aletlerle hayvan kemiklerinin birlikte bulunması, et yemeye başlandığının işaretleri olarak da yorumlanır. Taş aletlerin ağaç aletler yapmak için doğduğu da kabul edilir. İnsanın, alet yapmak için alet kullanan tek tür olması, kültürel evrimin, avcılık, toplayıcılık, beyin büyümesi, alet yapımı, dilin gelişmesiyle gerçekleştiği görülmektedir.


Evrim sürecinde, insan zekasının gelişimi, sadece günlük hayatta karşılaşılan teknolojik sorunları çözmek için değil, daha çok benzersiz biçimde karmaşık olan toplumsal hayatın güçlükleriyle başa çıkabilmesi içindi. Primat beyninin evrimiyle birlikte birden fazla duyu kanalından gelen bilgiyi kıyasladıktan sonra, bellekte saklanan bilgilerle birleştirilerek dış dünyanın canlı bir görüntüsünü oluşturan bir şey ortaya çıkmıştır. Bu, geleceğe yönelik planlar yapabilmekte, geçmişte olanları da hatırlayabilmektedir. Bu, akıldır.


Aklın evriminde tanık olunan ilk dönüşüm yaklaşık 56 milyon yıl önce gerçekleşmiştir. Bu dönemde, arkaik primatların uyarılara verdikleri davranışsal tepkilerinin beyinlerinde doğuştan varolduğu bir durumdan, bilişsel mekanizmaların deneyimler yoluyla öğrenmeyi sağladığı genelleşmiş türdeki akılsallığa geçiş görülür. Olaylar arasındaki ilişkilerin öğrenilmesi için gerekli olan genel zeka, davranışsal stratejiler arasında seçim yapabilmek amacıyla basit 'yarar' hesaplarını yürütecek bilgi sürecini oluşturabilmek ve çağrışımsal öğrenme yoluyla bilgi edinmeyi sağlamak için daha büyük bir beyne gereksinim duymuştur. Aynı zamanda, denge ve hareket için gerekli kas kontrolünü sağlayabilmek açısından iki ayaklı olma durumu da daha büyük bir beyin gerektirmiştir. Sosyal çevre de beynin büyümesine yardımcı olmuştur.




İnsanın evrimleşme sürecinde dilin gelişimi, aklın yapılanmasında çok önemli bir konuma sahiptir. Büyük olasılıkla 2 milyon yıl kadar önce, seslendirmenin zenginleşmesi yönünde seçilimci baskılar olmuştur. Dilsel kapasite, ilk insan aklında sosyal zeka alanıyla yakından bağlantılıyken, teknik zeka ile doğal tarih zekası bunlardan ve birbirlerinden ayrı kalmıştır. Dilin, geniş bir kelime haznesi ve bir dizi gramer kuralından oluşan iki temel tanımlayıcı prensibinin evrimi 500 bin ile 200 bin yıl önce meydana gelen ikinci beyin büyüme dönemiyle ilgili olduğu sanılmaktadır. Dilin temel özelliği, sınıflandırma düzene koyma ve kavramları yerine oturtmadır. Bunları gerçekleştiren zihinsel beceridir.


İnsanın geçirdiği evrim genellikle dört aşamaya ayrılır. Son aşamanın içinde de üç aşama yer alır. Birincisi 100-60 bin yılları arasını kapsar. Baş aktörü, kendi türümüz olan Homo Sapiens'tir. İlk olarak Güney Afrika ve Yakındoğu'da görülmüş, Neanderthaller ile arkaik Homo Sapiensin de içinde bulunduğu ekibe katılmıştır. Yakındoğu'da Homo Sapiens Sapiensler, Neanderthallerin yaptıkları gibi, ölülerini çukurlara gömmekle kalmayıp, gömülen bedenlerin üzerine mezar hediyesi gibi görünen hayvan iskeleti parçaları da yerleştirmişlerdir. Zıpkın yapmak için de kemik parçaları öğütmüşlerdir. Bunlar tahta ve taş dışındaki malzemelerden yapılan ilk aletlerdir. İkinci aşama, 60 bin yıl önce Güney Afrika'da Homo Sapiens Sapiensin bir tekne inşa etmesidir. Ardından Avustralya'ya ilk geçişi gerçekleştirmişlerdir ki kıtalar arasındaki serüvenlerinden birazdan daha detaylı şekilde bahsedeceğiz. Yakındoğu'da, Levallois yöntemiyle yonga elde etmek yerine, çakmak taşlarından satıra benzeyen ince uzun kıymıklar çıkarılmaktadır. 40 bin yıl öncesinde aletler dekorları değiştirmektedir. Avrupa'da Üst Paleotik, Afrika'da Geç Taş Devri olarak bilinen dönem yeni dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Fil dişleri alet olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yaşama yerleri inşa edilmekte ve duvarlar boyanmaktadır. Taş ve fildişinden insan ve hayvan figürleri yapılmıştır. Kemik iğnelerle giysiler dikilmiştir. Bedenlerde boncuk ve kolyeler görülmektedir. Bir süre sonra Neanderthaller tarih sahnesinden çekilir ve dünya Homo Sapiens Sapiense kalır.  Hareket hızları yavaş yavaş yükselir. Son buzul çağıyla birlikte topraklar iyice donmuş olsa da 30 bin ile 12 bin yıl öncesine gelindiğinde, Avrupa mağara sanatının renkleriyle donanmıştır. Buz tabakaları geri çekilmeye başlarken Kuzey ve Güney Amerika'nın olaya dahil olmasıyla macera genişler. 10 bin yıl öncesine gelindiğinde, hızlı bir küresel ısınma dönemiyle buzul çağı sona ererken, manzara, ılık/nemli iklimle, soğuk/kuru iklim arasında dramatik dalgalanmalar gösterir. Son aşamaya gelindiğinde, buzul çağı döneminin sonu da belirlenmiş olur. Burada ise Yakındoğu'da ekin eken ve hayvan besleyen gruplar görülür. Köyler ve şehirler kurulur, imparatorluklar yükselir. At arabaları otomobillere, yazı tabletleri bilgi işlem makinelerine dönüşür. Bu aşama, şu an içinde bulunduğumuz dünyayı da içermektedir.


Homo sapiens, yaklaşık 200.000 yıl önce, Güneydoğu Afrika yakınlarında ilk kez yaşamaya başladı. 100.000 yıl boyunca hiç konuşmadı, yani sözlü bir şekilde iletişim kurmadı. Bu gerçekten de çok uzun bir süre, muhtemelen ihtiyaç duymadıkları için böyle bir yolu denemediler, çünkü 100.000 yıl boyunca kendi kavuklarına çekilip Güneydoğu Afrika'da, atalarının yaşadığı yerde yaşamaya devam ettiler. Bu süreç içinde kendi aralarında bir şekilde farklı bir iletişim modeli geliştirmiş olsalar gerek.






100.000 yıl sonra, yani bundan da 100.000 yıl önce ilk kez farklı bir yere, Mezepotamya olarak adlandırdığımız bölgeye adım attılar. Bunu takip eden süreçte 70.000 yıl önce Asya'ya, 50.000 yıl önce Avustralya'ya, 40.000 yıl önce Avrupa'ya, 30.00 yıl önce Endonezya ve Filipinler'e, 25.000 yıl önce Rusya'ya, 15.000 yıl önce Yeni Zelanda'ya, yine aynı şekilde 15.000 yıl önce Alaska'ya, 12.00 yıl önce Kuzey Amerika'ya, 1500 yıl önce de Madagaskar'a adım attı.




Avrupa'ya gitti Neandertalleri yok etti. Asya'ya gitti Erectus'u yok etti. Diğerlerinden farklı olarak akıllıydı, ama tarihi boyunca her zaman için barışçıl bir tür olmayı başaramamıştı.


Homo: İnsan

Sapere: Bilmek
Homo Sapiens: Bilge insan

'İnsan özgür doğar, fakat her yerde zincire vurulmuş olarak yaşar' diye başlaJean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesinde. Evet, her insan özgür doğmuştur, aynı şekilde hiçbir insanın, yalnızca bir insan olarak, hiçbir konuda hiçbir şeye karşı kendinde sorumluluğu yoktur. İnsan, hiçbir şeyin zorunda değildir. Hiçbir şey yapmak, hiçbir şey yapmamak, bir şeyi sevmek, bir şeyi sevmemek... Yine Rousseau'nun Emile'i de bu 'insan' motifi için uygundur. Ama bu varlık olması bakımından insanın tanımıdır. "İnsan olmak" ise çok daha farklıdır.


İnsan olmak, hayvan olmaktan ya da başka herhangi bir türden açıkça ayrılır ve bunun beraberinde getirdiği, insan olmanın farklı edimleri vardır. İnsan; işbirliği yapan, paylaşımda bulunan ve yardım eden bir varlıktır. Kültür kavramının tarihi, neredeyse insanlığın tarihi kadar eskidir ve insan kültürleri, kümülatif-kurumsal bir yapıya sahiptir. Bir şempanze iletişimde bulunabilirken, insan aynı zamanda sohbet eder. Özel olarak insana ve insanlık tarihine ait elbette birçok kavram var, fakat özellikle şu iki kavram insan olmak meselesinde üzerinde durmamız gereken, bu yazıda üzerinde duracak olduğumuz kavramlar: Ethos (Kişilik) ve Arete (Erdem).


Politik toplum dışında ethos'un ve arete'nin aranması mümkün değildir. Ethos'u bir topluluk fikri olmadan düşünemeyiz. Ethos'un dar anlamı olan ahlaktan bahsediyor olduğumuzda, belki dünyada tek bir insanın yaşıyor olması dahi, o insanı ahlaki açıdan sorumluluk sahibi yapmaya yetecekken, kavramsal olarak geniş anlamda ifade ettiği şeyden ileride bahsedecek olduğumuz ethos, ötekinin varlığıyla birlikte kendi anlamını kazanır. Modern olarak adlandırabileceğimiz günümüz toplum yapısında insan, bireyselliği günden güne artan bir konumda yer alıyor. Tabi bu durumun aynı zamanda geçmişe oranla çok daha fazla kabul edilebilecek, anlayışla karşılanabilecek bir durumda olması da işi daha açıklar hale getiriyor. Her toplumun yazılı olmayan bazı normları vardır. Ancak insanların uymak zorunda hissettikleri tek şeyin yazılı kurallar olmasıyla birlikte gelenek-görenek olarak adlandırabileceğimiz yazısız kuralların itibar edilmeyen şeyler olmaya başladığı bir dünya düzenindeyiz. Bu aynı zamanda temel direği olduğu toplum kavramının da gelecek süreç içinde yıkılmaya başlayacağına yönelik bir işaret olarak duruyor. 

Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı eserindeki şu keskin ifadelerle felsefeye bir nevi yol haritası çizmeye çalışmıştır: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığını bilmek, bu yaşamın içine doğan ve bunun dışına hiç çıkmamış olan insan için güç elbette. Ama insanın en azından kendi açısından bu sorunun cevabına erişme ihtimali varsa da bunun için yaşamaya devam etmek zorunda olduğu apaçık. Camus için önemli olan bu soruya ilişkin verilebilecek olan tüm cevapların spekülasyon olmaktan öteye geçemeyeceğini doğru kavramak gerekir. Nihayetinde kendimizi içinde bulduğumuz bu hayatı yaşamaya değer görsek de görmesek de bir yerlerde yaşam sürüyor olacak ve insan var oldukça felsefenin uğraşması gereken sorunlar da hiçbir zaman son bulmayacak. Camus'nün sorduğu bu soru üzerinden daha fazla durmaya niyetim yok, en azından bu yazıda bu sorun ile zihnimi meşgul etmeyeceğim ve felsefenin günümüzdeki en büyük sorunlarından birinin aslında ne olduğundan bahsedeceğim.

Felsefeye dair hiçbir şey değerini kaybetmedi, aksine felsefenin dönemi henüz yeni başlıyor dersek bu daha çarpıcı ve birçok açıdan kabul edilebilir bir önerme olacaktır. Yapay zekanın geldiği ve geleceği noktayı düşündüğümüzde, gelecekte insana yüklenecek olan neredeyse hiçbir iş gücünün kalmayacağı tahmininde bulunmak zor değil. Son zamanlarda sıklıkla dile getirilen şu sözü de mutlaka duyan olmuştur: "Gelecekte geriye insanların uğraşabileceği üç şey kalacak; Felsefe, Sanat ve Din" Yapay zekanın insana düşen iş gücünü ortadan kaldıracağı gibi ortaya çıkaracağı bir diğer sorun da insan ile yapay zeka arasındaki fark olacak. Ve felsefenin en büyük problemi haline gelecek olan şey de burada ortaya çıkacak: 'İnsanı insan yapan şey ne?' Hazır Camus'den söz etmişken biz de ifadeyi şu şekilde dile getirelim: İnsanı insan yapan şeyin ne olduğu konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.


Başlıktan da anlaşılabileceği üzere insanı insan yapan şeyin ne olduğuna dair verilecek olan cevaplar: Ethos ve Arete.


Bir kavramı tam anlamıyla kavrayabilmek için, o kavramın etimolojisini bilmek her zaman için olmasa da bazı durumlarda önemli bir yer teşkil edebiliyor. Bu bağlamda 'Ethos' kavramını inceleyelim:

Ethos: karakter, adet olan veya alışıldık hayat tarzı. (Töre; alışılmış uğrak yeri: bu) Çoğul; Ethos'lar (ethea): İlk elde vahşi hayvanların, fakat daha sonraları da insanların yerleşip oturdukları mağaralar, inler, barınaklar, sığınaklar, ikametgahlar; adet(ler), görenek(ler), alışkanlık(lar), örf(ler), töre(ler)... Ethos: görenek, adet, örf, alışkanlık; etho: alışkın olmak, adet edinmiş olmak, huyunda olmak. Ethikos: intellektual-olana karşıt olarak ahlaki olan (yaradılıştan, tabiattan, huydan, adetten, alışkanlıktan kaynaklanan şey): ahlaklı veya ahlaki karakter ifadesi.


Ethos, ilk anlamı kişilik olan; 'etik' kelimesinin türediği sözcük. Bir insanın sahip olduğu ahlak anlayışının, kişinin karakteriyle ne kadar yakın ve bağlantı içinde olduğunu gösteren bir olgu gibi duruyor bu. İnsanın kendisine soracağı 'Benim hayatımın anlamı ne?' sorusu, ahlaka olan yaklaşımını belirler. Bu bağlamda ahlaka olan yaklaşımımız, daha doğru ifadeyle sahip olduğumuz ahlak anlayışı, kişiliğimizi oluşturan en temel şeylerden biridir. Ahlakın kendisi ise; etik kurallara değil, kişiliğe ve sorumluluk bilincine dayanır.


Toplumsal tarih içinde ahlaklılığı dönüştürmüş, parçalamış ve onu yerinden etmiş olan anahtar olayların felsefe tarihindeki olaylar olduğunu ve dolayısıyla çağdaş, gündelik ahlaki söylemin ayırt edici özelliklerinin nasıl varlık kazandığını, böylece bireyin kendini ifade etme araçlarına nasıl kavuştuğu aydınlanma dönemi olarak adlandırılan döneme bakarak anlayabiliriz. Latince, Aydınlanma kültüründe, eğitimli söylemin ilk dili olmaktan çıkmış, fakat ikinci öğrenim dili olarak varlığını sürdürmüştür. Antik Yunanca'da olduğu gibi, Latincede de tam olarak tercüme edildiğinde bizdeki "ahlak" sözcüğü ile karşılaşılabilecek tek bir sözcük bile yoktur. İngilizcedeki "Moral" kelimesi, "moralis" kelimesinin etimolojik bir ürünüdür. Fakat "moralis" Yunancadaki önceli "ethikos" gibi, insan karakterinin her zaman sistemli olarak belirli bir biçimde davranmak için, belirli türden bir yaşam sürmek için, gerekli yerleşik eğilimler bütününü ifade ettiği bağlamda, "karaktere uygun olan" anlamına gelir. "Moral"in İngilizce'de geçerli olan erken dönem kullanımları Latince'ye aktarılmış ve herhangi bir edebi yazının "moral"inin onun öğrettiği pratik bir ders sayıldığı yerde bir isim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu erken dönem kullanımlarında "moral", ne 'sağduyulu' veya 'bencil' ne de 'yasal' veya 'dinsel' türden ifadelerin karşıtı olarak alınır. "Moral" kelimesinin sonraki tarihi, içinde kelimenin başlangıçta belki de büyük ölçüde 'moral erdem' ifadesinin bir parçası olarak kullanıldığı ve daha sonraları sözcüğün anlamını sürekli daraltma çabasının etkisi ile kendi başına bir yüklem haline geldiği bir tarihtir. 16 ve 17. yüzyıllarda ise modern anlamını hissedilir ölçüde kazanmaya ve belirtilmiş olan bağlamlarda kullanılabilir hale gelmeye başlamıştır. 


Kant'ın ahlak felsefesinin merkezinde şaşırtıcı ölçüde basit olan iki tez bulunur: Ahlaklılıkla ilgili kurallar eğer rasyonel kurallarsa, bunlar, tıpkı matematik kurallarında olduğu gibi, bütün rasyonel varlıklar için aynı olmak zorundadır; ve ahlaklılık kuralları eğer bütün rasyonel varlıkları yükümlülük altına sokuyorsa bu varlıkların, bu kurallara uymadaki rastlantısal yetileri önemli olmamak zorundadır -önemli olan, bunlara uyma istekleridir. Bu nedenle, ahlaklılığın rasyonel temellendirilmesi için bir yol bulma projesi, aslında, yalın olarak, istemeyi belirlediğinde ahlak yasasının gerçek ifadesi olan maksimleri, olmayanlardan ayırt edecek bir rasyonel test bulma projesidir. Hangi maksimlerin aslında ahlak yasasının ifade edilişi olduğu konusunda Kant'ın kesinlikle hiçbir kuşkusu yoktur; erdemli, sade kadın ve erkekler, iyi niyeti oluşturanın ne olduğunu kendilerine anlatacak bir felsefeyi beklemek zorunda kalmamışlardır ve Kant, erdemli ailesinden öğrendiği düsturların da, rasyonel testle doğrulanması gereken düsturlardan olduğu konusunda bir an bile tereddüt etmemiştir. Dolayısıyla, Kant'ın ahlaklılığının içeriği Kierkegaard'ınkinin içeriği ile aynı tarzda tutucudur. 

Ahlaklılık, bizim arzularımızda temel bulamaz; ama aynı şekilde, dini inançlarımızda da bulamaz. Kant'ın karşı çıktığı geleneksel görüşlerden ikincisine göre, verili bir düstur veya ahlaksal kuralın test edilmesi, onun Tanrı tarafından buyrulup buyrulmadığına bakılması demektir. Kant'a göre bu, hiçbir zaman, Tanrı bize bu şeyi yapmamızı emrettiği için biz bu şeyi yapmalıyız olgusundan çıkartılamaz. Bu türden bir sonuca haklı olarak ulaşabilmemiz için, biz her zaman Tanrı'nın emrettiği şeyi yapmamız gerektiğini de bilmek zorunda olmalıyız. Ancak bu sonuncusunu Tanrı'nın emretmesinden bağımsız, kendisi aracılığıyla Tanrı'nın fiil ve sözlerini değerlendirebileceğimiz ve böylece bu ikinciyi ahlaki olarak itaat etmeye değer bulacağımız bir ahlaki yargı standardına sahip olmadığımız sürece bilemeyiz. Fakat böyle bir standarda sahip olduğumuzda da Tanrı buyruklarının bir gereği kalmayacaktır. Mutluluğu arayacağımız alan, ahlak alanından ve bunların kendileri de ilahi ahlak ve buyruk alanından kesin bir biçimde ayrılır. Ayrıca, ahlaklılığın kuralları, daha sonraları Kierkegaard'a göre etik olanı oluşturacak olan kurallarla yalnızca aynı olmakla kalmaz, aynı türden saygı gösterilmeyi de ister. Ama buna rağmen etik olanın temelini Kierkegaard seçimde ararken, Kant akılda bulur.

Ahlaki temellendirmenin öncülleri insan doğasının özelliğini ya da bazı özelliklerini karakterize eder ve ahlak kuralları, bu durumda, böylesi bir insan doğasına sahip varlığın benimsemesi beklenen kurallar olarak açıklanıp temellendirilir. Hume ve Diderot'ya göre, insan doğasının söz konusu özellikleri tutkuların karakteristikleridir; Kant'a göre ise, aklın bazı kurallarının kategorik ve evrensel karakteridir. Kierkegaard, ahlaklılığı temellendirmek için hiç çaba harcamaz, fakat, onun anlayışı da Kant, Hume ve Diderot'nun anlayışlarıyla onların aklın ya da tutkuların karakteristiklerine başvurduğu yerlerde hemen hemen aynı yapıdadır. Dolayısıyla bütün bu filozoflar kendilerinin anladığı anlamda bir insan doğasından çıkartılacak öncüllerden hareketle, ahlaksal kural ve buyrukların otoritesine ilişkin sonuçlara ulaşılan, geçerli argümanlar oluşturma projesinde yer alırlar. 

Bu her iki tasarımın da tarihsel yaratıcısı olan ve 12. yüzyılın başlarından itibaren birçok değişik biçim ve sayısız rakip görüşleriyle Ortaçağ Avrupa'sına ve İslam Felsefesine uzun süre boyunca egemen olmuş olan, hem klasik hem dinsel ögeler barındıran bu ahlak şemasının genel formuna göz atmak gerekiyor. Bu şemanın temel yapısı, Aristoteles'in Nikomakhos'a Etik'de analiz ettiği yapıdır. Bu ereksel şema içerisinde, olan insan ile asıl doğasının farkına vardığında olabilecek insan arasında köklü bir karşıtlık mevcuttur. Etik ise insanların, ilk aşamadan ikinci aşamaya nasıl geçebileceklerini anlamalarını olanaklı kılacak olan yapıdır. Bu nedenle, bu görüşe göre etik, belirli bir olanak halinde olma ve edim anlayışını, belirli bir rasyonel bir hayvan olarak insanın özü anlayışını ve hepsinden önemlisi belirli bir insani telos (nihai amaç) anlayışını ön kabul olarak alır. Çeşitli erdemleri öğütleyen ve bunlara karşılık gelen zaafları yasaklayan buyruklar, olanak halinden edim haline nasıl geçeceğimizi, asıl doğamızın farkına nasıl varacağımızı ve asıl amacımıza nasıl ulaşacağımızı öğretir. Bunlara karşı gelmek, hüsrana uğramak ve yarım kalmak, elde etmeye çalışarak bir tür olarak bizlere özgü olan rasyonel mutluluğa ait iyiliğe ulaşmada başarısız olmak demek olacaktır. Sahip olduğumuz istek ve duygular, bu tür buyrukların kullanılmasıyla ve etik çalışmanın verdiği eylemsel alışkanlıkların geliştirilip yerleştirilmesiyle eğitilmeli ve düzene sokulmalıdır. Akıl bize hem asıl amacımızın ne olduğunu hem de ona nasıl ulaşacağımızı öğretir. Böylece, etiğin buyruklarıyla başlangıçta uyuşmayan, onlara ters düşen ve pratik akıl ile deneyimin eğitimi sayesinde kendi telosunun bilincine vardığında olabilecek insan doğasına dönüştürülmesi gereken olan insan doğasını (kendi cahilliği içindeki insan doğasını) içinde barındıran üç ögeli bir şema ortaya çıkar. Şemanın üç ögesinden her biri -cahil insan doğası tasarımı, rasyonel etiğin buyrukları tasarımı ve eğer kendi telosunun bilincine varırsa olabilecek insan doğası tasarımı- statü ve işlevinin kavranılabilmesi için diğer ikisine göndermede bulunmayı gerektirir. 

Günlük söylemde, ahlaki yargılardan doğru veya yanlış diye söz etme alışkanlığı günümüze kadar gelmiş bulunuyor. Fakat belirli bir ahlak yargısını doğru veya yanlış yapan şeyin ne olduğu sorusuna bir yanıt bulabilmiş değiliz. Ancak, bunun böyle olması gerektiği akla yatkındır. Ahlaki yargılar, ilgili pratiğin sağladığı bağlamı yitirmiş bulunan klasik tektanrıcılık pratiğinden geriye kalan dilsel artıklardır. Ahlaki yargılar, bu bağlam içinde, başlangıçta, form olarak hipotetik ve kategorikti. Hangi davranışın insana ereksel olarak uygun olacağıyla ilgili bir yargı dile getirdikleri sürece, ahlak yargıları hipotetiktir: "Eğer ve madem ki senin telos'un budur, öyleyse sen böyle yapmalısın", ya da belki de "Eğer temel arzularının boşa çıkmasını istemiyorsan böyle yapmalısın". Tanrı tarafından buyrulan evrensel yasanın içeriğini aktardıkları sürece, ahlak yargıları kategoriktir: "Böyle yapmalısın: yani, Tanrı yasasının emrettiği şeyi yapmalısın". Fakat, bunlardan, hipotetik olanı hipotetik, kategorik olanı kategorik yapan şeyleri çekip aldığımızda geriye hiçbir şey kalmaz. Ahlak yargıları açık statülerini, ve paralel olarak, onları dile getiren tümceler de tartışma kabul etmez anlamlarını yitirirler. Bu tümceler, kendilerini asıl yerlerinde hissettikleri bağlamın yol göstericiliğinden yoksun kalarak, yaşamda, eylemsel olduğu kadar dilsel yönünü de yitirmiş, duygucu birey için kendini ifade etme biçimleri olarak elde edilebilir hale gelirler. Eğer birey kendisini, bir ve bütün olan tarihin akışı içinde miras kalan yaşama ve düşünme biçimlerinin her ikisinden de kesin bir şekilde ayırırsa buna önem vermemek tehlikeli bazı sonuçlar doğurabilir. Ayırt edici ölçüde modern 
olan benlik türetildiğinde, bu türetme, yalnızca bütünüyle yeni bir sosyal düzenlemeye değil, aynı zamanda, tutarlılığı sürekli olmayan değişik türden inanç ve kavramlar tarafından belirlenmiş bir sosyal düzenlemeye de gereksinim duymaktaydı. Bu bağlamda türetilen şey bireydi ve şimdi bunun neye mal olduğu ve bizim duygu kültürümüzün oluşumundaki rolü bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hasan Salih Kaymaz

Yorumlar

Popüler Yayınlar