GECE YARILARI YAKLAŞIYOR BİZE


Gece Yarıları Yaklaşıyor Bize[1]

Yeni bir eve taşınmam gerektiğinde dönemin geçmek bilmeyen yorgunluk hissinden dolayı süreci çok fazla uzatmamak adına gezdiğim ilk evi üstüne pek düşünmeden tutmuştum. O günlerde şimdikinden farksız biçimde tek kaygım ertesi günü mümkün olan en az hareketle getirebilmekti. Aslında zamanı sahip olduğu üç boyutuyla düşünen biri değildim. Zira bunun için belli bir ölçüde, benimkine çok uzak bir ölçüde, yaşama tutkusu olması gerekiyordu insanda. Geçmiş aşkların yoğun duygusuyla aşktan başka hiçbir duyguya yer kalmayacak kadar tutkumun sömürüldüğünü düşünmeye başlamıştım. Çünkü çocukluğum gözümün önüne geldiğinde bunun en başından beri böyle olmadığını anlıyordum. Belki de kalpsizin tekiydim ve bu düşünceyle baş başa kalmaktan korktuğumdan suçu eski aşklara atma kolaylığına kaçıyordum. İnsan tek başına yaşıyorken kendi üzerine çok fazla gitmemeliydi nitekim bunun için bolca zamanı oluyordu. Sözgelimi bu haliyle geçmişin ve şimdinin tesir bırakmadığı bir kimse olarak geleceği, en azından yarını içinde barındırması bakımından geleceği, neden düşündüğümü bilmiyordum. Bir çeşit alışkanlık olsa gerek diyordum.   
  
Yeni evimde uyuduğum ilk gece uykusu kolaylıkla bölünen biri olarak saat 6'da bir çan sesiyle yatağımdan fırlamıştım. Bu evimin hemen arka tarafında bulunan kilisenin çanıydı ve pencereden baktığımda pederin ağzını okuyabilecek yakınlıkta olduğumun farkındalığıyla buna bir çare düşünmem gerektiğini anlamıştım. O günden bu güne sabah 6'da uyanmanın gerçekliğiyle barışıp her sabah soluğu sahil şeridindeki parklardan birinde alıyorum. Herhalde bünyem hareketsizlikten sıkılmıştı ve her gün birkaç saat boyunca koşacak enerjiyi kendinde buluyordu. Bu durum hafta içi pek sıkıntı yaratmıyordu; hatta güne dinç başlamamı sağlıyordu, güne dinç başlamanın iyi bir şey olduğunu duyardım. Sabahları miskin geçirmekle bir derdim yoktu açıkçası, ama dert ettiğim şeylerin diğer insanlarınkiyle benzeşmesi hoşuma giderdi. Bu yüzden sağdan soldan duyduklarımla bir çeşit kendimi kandırma pratiği edinmiştim. Hafta içi bir sıkıntı teşkil etmiyordu çünkü sonrasını düşünmek zorunda kalmıyordum; işe gitmek durumundaydım. Eylemlerimin bir zorunluluk şemasıyla şekillenmesi benim için muhteşemdi. Alışkanlıklarımın ve zorunluluklarımın kölesi olmakla bir sıkıntım yoktu, bilakis bu durum hayatı daha kolay hale getiriyordu. Her noktaya temas etmeye çalıştığında dokunduğun her şeyi bozma ihtimalin daha da artıyor, ele almak istediğin şey senin yüzünden daha da kirlenebiliyor, bunu düzeltmek istediğinde de kendini ve diğer herkesi bundan uzak tutmak zorunda kalabiliyorsun. Gözlemeye başladığın zaman sonucu değişen kuantum bilgisi gibi. Analojiye gerek var mıydı bilmiyorum. Olabildiğince az noktaya temas etmeye çalışıyorum sadece. Biraz kendimi biliyorum biraz da geçmiş aşkların izi kaldı üstümde. Bunlar herkeste vardır zaten, sıradan biri olmakla da sorunum yoktu.   

Hafta sonu çalışmayan biri olarak sabah erken kalkmak benim açımdan hafta sonlarını biraz daha zorlaştırıyor. Bir çeşit Antoine Roquentine sendromu mu yaşıyordum yoksa içten içe böyle bir yaşama mı öykünüyordum bunu ayırt edemiyorum. Bu gün de hafta sonu olduğundan emindim, uyanalı 15 dakika olmuştu ve haftanın yorgunluğundan pazar değil cumartesi olduğunu saptayabilmiştim. Bunun pek bir önemi yoktu esasında. Bir olguyu önemli yapan şeyin ne olduğunu da bilmiyordum ya, ama nedense bu ekstra önemsiz gelmişti. Neyin değerli neyin değersiz olduğu Tractatus okurken kafamda biraz oturmuştu ama, önem, benim için gizemini korumaya devam ediyordu. Cumartesi ya da pazar, 15 dakikadır yataktan çıkmayıp bunu mu düşündüm diye çıkıştım kendime. Sorumluluk sahibiydim ya! Bir süre sorumluluk sahibi bir insan olduğumu düşündüğüm halime güldükten sonra kendimi yataktan atabildim. Önce elimi yüzümü yıkamak, sonra tuvalete girmek, sonra tekrar elimi yüzümü yıkamak doğru bir sıra gibi gelmezdi ama alışkanlık işte. Aynaya çekinerek bakıyorum. Yüzümden; göz çukurlarımdan, alnımın genişliğinden, avurtlarımdan, sakallarımın altındaki gerçekten korkuyorum. Kalbimin üzerinde birkaç el izi var kimden kalmış seçemiyorum. Dışarıda hiç bulut gözükmüyordu ama belki yağmur yağar da gözlerimdeki kırların matemi silinir diye iç geçirdim. Keşke yağmur yaraları kapatabiliyor olsaydı. Hem belki Birmingham'a taşınırdım. Bu kent çocuk yanıma tetik çekiyor, her gün bir başka yerimden vuruluyorum. Uyumsuzluğun dünyamda getirdiği sessizlik bazen benim gibi birini bile dehşete düşürebiliyor. Şehirler teslim alınmış, aşka ve duygulara ayak bağı oluyor medeniyet. Neyse ki benim gibi adamları anlatan çok iyi romanlar var.   
  
Hafta sonları Caddebostan sahili hareketli oluyor. Yolu da uzatmak adına hafta sonları Caddebostan sahili hep cazip gelmiştir. Sabah 7'de Caddebostan sahilde koşuyor olmamın oradaki kadınlar açısından beni cezbedici hale getiren bir unsur olduğunu düşünürüm. Aslında diğer kadınlar için cezbedici olmamın da bir anlamı yok, yine de böyle görünmek hoşuma gider elbette. Aklımda ve şayet sevdanın yeri kalpse kalbimde, ondan başka kimseyle meşgul olamayacak kadar yer ediyordu. Adını söyleyince yüzüm düşer. Hem gizli özne hep sevilene 
işaret etmez mi? Beni sevmiyormuş, öyle söyledi. Ben bal gibi biliyordum beni sevdiğini. Haziran’a yeni girmiştik ama hava şu sıralar yeni yeni ısınmaya başlamıştı. Güneşli günlerde kendimi daha iyi hissederim, bu tip standart duygulanımlarım beni hep mutlu etmiştir. Mutlu eden bir etkenden ötürü bir kez daha mutlu olmak kategorik olarak sıkıntılı gözüktü gözüme, bu aralar çok fazla zihin felsefesi okuması yaptığımı düşündüm.  

Sıcaklıktan ötürü fazla koşamadığımdan bir banka oturup peynirli poğaça ile açlığımı gidermeye karar verdim. Peynirli poğaçanın yanında vişne suyu içerdim ama büfede kalmamış, buradaki büfeciden pek hazzetmem. Yanında çalışan karısına hep küfrederdi. Şeftali suyu alıp fazla yüzgöz olmadan banka doğruldum. Poğaçada peynirden eser yoktu ama şeftali suyuyla da fena gitmiyormuş...   
  
Karşımda yan yana dizilmiş adalar bana doğru bakınca bu günü nasıl yitireceğimi anlamıştım. Sıcaktı, terliydim ama Kadıköy iskelesine kadar yürüyecektim. Hep ara sokaklara sapıyorum, Kadıköy'ün o kadar hatırı var bende. Sabahın körü ama neşeyle içiyor insanlar, masada; emekli öğretmenler, reklamcılar sakin ve kaygısız bakıyorlar hayata, yaşlı köpekleri yanlarında, sükuneti büyüten kediler kilimin üstüne yerleşmiş... İnsanın kılığından mesleğini tahmin etmek kopamadığım çirkin bir huyum. Hem kaygısız yaşayan insan mı kaldı memlekette. Köşeyi dönünce geceden kalma boş bir sokak karşıladı beni, yerde üç-beş bira şişesi, devrilmiş çöp bidonları, eskimemiş birkaç anı duvarın dibinde, ötmemeye yeminli birkaç kuş, yorgun bir sokak lambası ve kuytulardan firar etmiş gölgeler... Sanmayın ki böyle ellerim cebimde kimseye zararım dokunmadan geçinip gidiyorum, en az sizin kadar kirliyim ben de. Dükkanların önüne gazete bırakan çocuk yakın zamanda kaybettiğim birinin küçüklüğünü hatırlattı. Günün bu saatinde neden aklıma düşerse zamansız ölümler...  
  
İskele beklediğimden kalabalıktı, vapurun gelmesine 10 dakika kalmıştı. Yanımdaki hangi adaya gideceklerini tartışan çifte bir süre kulak misafiri oldum. Neyse ki benim hiç böyle bir derdim olmaz. Hep Burgazada'ya giderim ben, bir sebepten Burgazada'yı severdim. O ise Büyükada'yı çok severdi. Tam olması gerektiği ölçüde göğüsleri, tam olması gerektiği ölçüde kalçası ve ipince beliyle Büyükada'yı sevmeye hakkı vardı. Her şeyin ötesinde bir de kusursuz ölçülere sahip olduğunu daha yeni fark edebilmiştim. Hem “ideal” güzellik algısını bu denli karşılamaya ne gerek vardı? Biri Büyükada diğeri Burgazada diye tutturunca bir zamanlar sevdiğim bir kadının şimdilerde anne olduğunu öğrenmişim gibi bir hüzün kapladı içimi. Zaten ben de hep benim Burgazada'yı sevmem ile onun Büyükada'yı sevmesinin bir metafor olduğunu düşünürdüm: onlar da daima yan yanaydı -arada bir de Heybeliada vardı olmaz olsun- ancak hiç kavuşamazlardı...   

Vapurda yine bir seyyar satıcı limon ile yaptığı teatral sunumundan anladığım kadarıyla limon sıkacağı satmaya çalışıyor. Ben ise şehre doğru bakan yerde değil de ters tarafta zar zor oturacak bir yer bulmuş; Bursa semalarına doğru ufuk çizgisini temaşa ediyordum. Yanımda oturan çocuk müziğin sesini cömert bir şekilde açmıştı, kulaklığı olmasına rağmen art arda çalan Yıldız Tilbe şarkılarını birlikte dinliyorduk. En azından güfteleri iyidir diye geçirdim içimden... Ne şort ne havlu getirmiştim ama denize girmek istersem de yeni birer tane satın alırım diye çözüm ürettim. Akşama doğru da Madam Marta Koyundaki yalnız ağacın altına oturup köfte-ekmek gömer, gölgesinde biraz kestiririm diye planladım. Bira içsem şimdi güneşin altında fena çarpar, belki ucuz bir şarap alır akşam içerim. Kınalıada'ya doğru yaklaşınca birden milyonlarca yıl öncesini düşündüm, Pangea dönemini... Acaba kıtalar ve toprak parçaları birbirinden ayrılmadan önce Burgazada ile Büyükada’nın akıbeti neydi? Zamanın geriye doğru aktığı bir boyutta belki de birlikte oluruz diye sevindim. Ah bir de şu Heybeliada olmasaydı! Şarkı umarsızca çalmaya devam ediyordu. Kalkıp bağırarak söylemek geçti içimden ama ne gerek vardı: "Ayrı iklimsin ne çare, ben sana vurgun biçare..." Bir şarkı onu hatırlatınca ve vaktin geçtiğini anladıkça yürek elbette sızlıyor ama işe yaramıyor göğsümü bastırmak ellerimle. Kalbim de atıyor bir yandan kan pıhtısıyla, zaman ileriye doğru akıyor ama geriye doğru anlaşılıyor... Vakit hızla ilerliyor gece yarıları yaklaşıyor bize demiş Nazım. Gece yarıları yaklaşıyordu bize... Ben, o yanımda olmaksızın geçecek her türlü zaman aralığının kasvetinden korkarken, o, nasıl da mışıl mışıl uyuyordur şimdi... Bebek gözlerinden öptüğümü hayal ettim.  
  
Hasan Salih Kaymaz  
  
Haziran 2020 


[1] Bknz: Nazım Hikmet Ran, Saman Sarısı adlı şiirinde geçen bir dizeden. 


Ada Değil, "Burgazada" | Sanat Karavanı

Yorumlar

Popüler Yayınlar