KAYYUM REKTÖR ve SİVİL TOPLUMUN BİLFİİL YENİDEN ÜRETİMİ
Bu yazı, Türkiye özelinde ve politik/demokratik kültür genelinde sivil toplumun önemine ve geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı tarafından Boğaziçi Üniversitesine yeni bir rektör atanması sürecini takip eden gelişmeler üzerinden yeniden üretimine çağrışımsal açıklamalar getirmeye çabalayan bir metindir.
Türkiye'nin sahip olduğu yüksek genç nüfus
oranını dönemin politik iklimi ile birlikte düşündüğümüzde, bu durum, ülkedeki yüksek toplumsal hareketlilik potansiyelini anlamamızı kolaylaştırabilir. Bu
toplumsal hareketlilik potansiyelini şartların bugünden farksız olduğu yakın
bir tarihte yaşanan Gezi Parkı Olayları üzerinden olumlamak da mümkün
görünüyor. Bu günlerde çoğunluğunu Boğaziçi Üniversiteli öğrencilerin
oluşturduğu eylemleri sahip olunan toplumsal hareketlilik potansiyelinin
tezahürü olarak görmeliyiz. Elbette tarihsel bağlam da göz önüne alındığında
politik hareketliliğin ve toplumsal örgütlenmenin ortaya çıkması için fitili
ateşleyecek bir şeylerin yaşanması gerekebilir. Ancak bunun Türkiye özelinde genellikle
son raddede ortaya çıkan bir karşı aksiyon olması ise endişe vericidir. Nitekim
Boğaziçi Üniversitesine yapılan rektör atamasının mevcut iktidarın yaptığı ilk
rektör ataması olmadığını biliyoruz. Bu durumu bir ülke gerçekliği olan düşük sivil toplum
bilincine bağlamamız gerekir. Bu noktada umulması gereken şey ise, bir sonuç
ister alınsın ister alınmasın, sivil toplum bilincinin yeniden yükselişe
geçmesidir. Hali hazırda sürmekte olan eylemler ise sivil toplumun yeniden
üretimine bilfiil katkı sunmaktadır.
Bir ülkedeki sivil toplum gücü ile yerleşik demokratik kültür arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. Sivil toplum bilinci yüksek olan bir ülkenin demokrasi bilinci de o denli yüksektir. Burada demokrasinin ve demokratikliğin kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu postula etmeli ve tartışmaya açmamalıyız. Bütün bunlara bağlı olarak sivil toplum da demokratik bir ülke için vazgeçilmez unsurların başında gelmektedir. Devletin otoriterleşmesi ve sivil toplumun zayıflaması arasındaki ilişkiye iki açıdan da yaklaşabilir ve onları birbirini tetikleyen iki olgu olarak kabul edebiliriz. Devletin otoriterleşmesi haliyle sivil topluma darbe vurmakta, sivil toplumun sesini gür çıkaramaması da devletin otoriterleşmesine katkı sunmaktadır. Tarihsel perspektifi de düşündüğümüzde Faşizm, Nasyonal Sosyalizm, Dini monarşi ve krallıklar ile askeri yönetimlerde otoriter eğilimler güçlü olduğundan bir sivil toplum örgütlenmesinin ortaya çıkması mümkün olmamıştır. Otoriter eğilimler güç kaybettikçe sivil toplum örgütleri güç kazanmaya başlar. Bu bağlamda sivil toplumun önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Türkiye’deki iktidarın otoriterleşme ve hatta totaliterleşme süreçleri de bu ilişkiden bağımsız şekilde düşünülmemeli. Zira Türkiye toplumu, sivil toplum bilinci zayıf bir toplum olarak, mevcut iktidarın yaklaşık 20 yıllık süreç içinde yaşadığı gelişime çoğunlukla seyirci olmak durumunda kalmıştır. Zaman içinde otoriterleşen iktidar, toplum ile bir tahakküm ilişkisine girerek kendine konforlu bir alan tahsis etmiştir. Toplumun genelini yahut bir bölümünü ilgilendiren bir sorun karşında, kendi hakkına sahip çıkabilme yetisi, tekil birey açısından mümkün olmamaktadır. Aynı problemle karşı karşıya kalan, aynı amaca yönelen insanların bir araya gelmesi ancak sivil toplum bilinci ve sivil toplum örgütlenmesi ile olanaklı hale gelmektedir. Burada ortaya çıkan toplumsal güçle birlikte otoriteye sahip iktidar üzerinde bir etki kurmaya çalışılır. Bu örgütlenme demokrasinin teorik temeline hizmet sunar. Demokratik bir ülkede erk sahibi, sivil toplum hareketlerini dikkate almak zorundadır.
Toplum kavramını kullandığımızda yekpare bir
organizmaya işaret ediyor değilizdir. Bu yüzden toplum kavramını
kullandığımızda bahse konu toplumu onu oluşturan her bir bireyden bağımsız
şekilde düşünemeyiz. Organizma-doğa ilişkisi, yaşamsal varlığın
sürdürülebilmesi adına bir zorunluluktur, ve eylemselliği de bu ilişkiye koşut
bir şart olarak düşünebiliriz. Aynı antitetik bağı birey-toplum ilişkisinde de
görüyoruz. Birey, yaşamsal varlığını sürdürebilmesi için artık topluma ve
eylemselliğe muhtaç hale gelmiştir. Politik bilinç sahibi özne, soyut bütünlüğe
katkı sağladığı sürece anlamlı hale gelir ve soyut bütünlüğe katkı sağladığı
ölçüde politik bilinç sahibidir. Birey, bir zemin üzerinden soyut bir varlık
olarak toplumun ya da tüzel bir kişilik olarak devletin ayrılmaz parçasıdır.
Ancak bu anlamını toplumla birlikte kazanır. Yaşamsal süreklilik için
organizma-doğa ilişkisinde organizmanın, kendisine göre öteki olan doğaya
yönelimi kadar, bu yaşamın nasıl olması gerektiği bilgisi için aynı şekilde
birey-toplum ilişkisinde benliğin, kendisine göre öteki olan topluma yönelimini
gerektirir. Bu karşılıklı etkileşim ve karşılıklı inşa ediş süreci, her daim
biri olmaksızın diğerinin varlığının düşünülemeyeceğine yönelik inançla gerçekleşir.
Bu husus, “ben” bilincinin mekana sabitlenmiş, ancak zamansallık yönünü
yitirmiş bir sistemde oluşmasının olanaklı olmadığını, ancak “öteki” ile
kurulabilecek bir karşılıklılık zemininde tezahür edebileceğini vurgular. Bu
antitetik ilişkinin demokratik kültürdeki görünümü sivil toplum hareketleriyle
açığa çıkar. Boğaziçi Üniversitesine yeni bir rektör atanması sürecini takip
eden süreçte günümüzde yaşanan son öğrenci örgütlenmeleri de demokratik
kültürün ve onun ayrılmaz bir öğesi olan sivil toplumun ülkemizde
içselleştirilmesine ve bir anlamda yeniden üretilmesine katkı sunmaktadır.
Hasan Salih Kaymaz
Yorumlar
Yorum Gönder