ÇAĞDAŞ FELSEFEDE ORTAK YÖNELİM: "ÖZNE" ve "BİLİNÇ"
“Gece, ancak, kendilerini geceye bırakanlar için gelmiştir, yaşayanlar için, ‘güneş her gün yeniden doğar’.” Cornelius Castoriadis
Felsefeyi ve felsefe tarihini, kendine has bir kümülatif ilerleyiş şeması sergileyen bir yapı olarak düşündüğümüzde, ya da tarihselliğini göz önüne aldığımızda, Antik dönemden bugüne dek ele alınan sorunların ve bu sorunlara yönelik yaklaşım biçimlerinin uğradığı evrimi doğru şekilde okuyabilmek olanaklı olacaktır. Bununla birlikte, bir dönemin tartışma odağını oluşturan ögenin, içinde bulunduğu dönemdeki hemen hemen tüm felsefi ekollerin, belirli ölçülerde, ortak uğraşı haline geldiğini söylemek mümkündür. Modern dönem öncesi felsefe dünyasında hakim olan özne anlayışı, Aristoteles'in kullanımıyla, salt zihinsel bir içerik olarak varolmak için kendisinden başka bir şeye gerek duymayan bir töz olarak anlaşılırken; Skolastik dönemden modern felsefeye geçişte kırılma noktası olan Descartes ile birlikte, özne, kurucu bilinç olarak görülmüş; algılara, tasarımlara, izlenimlere, düşüncelere dayanak olan “ben” olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Modern felsefeyle birlikte ortaya çıkan bu özne tasarımının en belirgin özelliği de öznenin bilgiye temel oluşturan akıl ve irade sahibi bir varlık olarak benimsenmiş olmasıdır. Özne, çağdaş felsefe yönelimleriyle birlikte yine ana odak olmaya devam etmiş, ancak bu modern özne tasarımı, geçtiğimiz yüzyılda önemli ölçüde değişmiştir. Aynı şekilde Descartes ile birlikte felsefenin en önemli uğraşlarından biri haline gelen "bilinç" kavramının da çağdaş felsefe yönelimlerinin bir diğer odağını oluşturduğu gözükmektedir. Çağdaş Felsefe yönelimlerindeki özne ve bilinç odaklı gelişen yaklaşımları ele almak adına 20. yüzyıl felsefesini bazı başlıca filozoflar ve bazı başlıca metinler üzerinden inceleyeceğiz.
Çağdaş Alman Felsefesine baktığımızda, çeşitlilik ve üretkenlik açısından zengin olan bu kültürde, ortak miras, Kant ve ondan bir sonraki yüzyılda gelen Hegel, Schelling ve Fichte gibi filozofların şekillendirdiği Alman İdealizmi gibi gözükmektedir. Bunun yanında Nietzche'nin hayat ve anlam dolayımları üzerinden özneye nihilizm odaklı gelişen yaklaşımının etkileri de yine yoğun bir şekilde hissedilmiştir. Kant, özneyi hem tüm bireylerin üstünde hem de her bireyde mevcut bir "evrensel bilinç" olarak tasavvur etmişti. Fenomen dünyasının kurucusu olan bu bilinç, evreni zaman, uzay ve nedensellikten oluşan "saf aklın kategorileri" çerçevesinde değerlendirip anlaşılabilir kılıyordu. Hegel ise doğal dünya ile ahlak dünyasının ayrımını reddederek bilincin tecrübesini tarihi tecrübe olarak değerlendirdi. Fakat burada kurucu bilinç belirleyici öge olarak kendi yapısını seyretmekten başka bir şey yapmıyordu. Büyük ölçüde bu gelenek üzerine inşa edilen Çağdaş Alman Düşüncesi esasında çok katmanlı bir yapı olarak karşımıza çıkar.
Neo-Kantçılığın temsilcileri tarafından Kant'ın transendental yöntemine ve etik kaygılarına sadık kalınmasıyla birlikte, modern özne, bilgiye temel oluşturan akıl ve irade sahibi bir varlık olarak benimsenmeye devam etmiştir. Bu doğrultuda merkezinde öznenin yer aldığı kabul edilen doğa, kültür ve bilme ediminin kendisi bu filozoflar tarafından ana tema olarak işlenmiştir.
Viyana Çevresiyle birlikte Çağdaş Alman Felsefesinde yer edinen pozitivizm, felsefeye bilime vermesi gereken önem açısından yaklaşıp onu metafizikten, bu yönüyle bir anlamda kurgul özne ve bilinç anlayışlarından, arındırmaya çalışmış ve daha sonralarda da bu çevrenin filozofları İngiltere'de analitik felsefe geleneğinin başlamasına ön ayak olmuştur.
Frankfurt Okulunda da başta Horkheimer, Adorno, Benjamin gibi isimlerin öne çıktığı, Marksist etkilerin beraberinde yeni bir Marksizm geliştirme çabası görülmüştür. Bu Marksist eğilimin odağında, Marksist gelenekten biraz daha farklı biçimde, aşılması gerektiği düşünülen toplum ve ekonomi ilişkisinin ötesinde batının yüceleştirirken araçsallaştırdığı akıl vardır. Bu yönüyle Frankfurt Okulunun geçmişe dönük bir akıl eleştirisiyle yeni bir bilinç kavrayışına fırsat sunduğunu söylemek olanaklıdır. Özellikle geç dönem Frankfurt Okulu temsilcilerinden Habermas ile birlikte modern özneyi ilgilendiren güncel meseleler "aklı konuşturmak" suretiyle ele alınmıştır.
Bilinç ve özneye olan yönelimi noktasında Çağdaş Alman Felsefesinde Husserl'in geliştirdiği Fenomenoloji yöntemiyle ilişki daha da yakınlaşmıştır. Yapmaya çalıştığı şeyin özünü "şeylerin kendisine dönmek" olarak açıklayan Husserl, özne ve bilinç dolayımlarını içeren yönelimsellik kavramını ele alır. Bu noktada, bilinç, kendisi dışında bir gerçekliğe yönelerek onu düşünce nesnesi haline getirir. Yaşananın özüne inmek için fenomeni paranteze alarak onun özüne inmeye çalışan Husserl, bu tutuma bilimsel bir temel verebilmek adına felsefe açısından aşkın bir kurucu özneye başvurur. Çağdaş felsefedeki bilinç ve özne odaklı yaklaşımların Platon ve Descartes'tan oldukça beslenen Husserl ile birlikte yeni bir boyut kazandığı görülmektedir. Öyle ki yüzyılın bir diğer büyük filozofu Heidegger, hocası Husserl'in fenomenoloji yönteminden biçimsel anlamda etkilenmiş ve bu doğrultuda, belli ölçüde buna karşı, ontolojik çalışmalar yürütmüştür. Heidegger'in varlığa yönelik metafiziğe varacak boyuttaki incelemelerinin ardında özneye dair bu yaklaşımların tetikleyici olduğu gözükmektedir. Öte yandan, Freud'un büyük yankı uyandıran psikanaliz yöntemiyle birlikte, batı kültüründe itibarını kaybeden bilinç felsefesine karşılık bilinçdışının irdelenmesiyle "öznenin" ve “bilincin” konumu bir anlamda değişmiştir. "Bilinç taşıyıcısı" olarak temellendirilen özneyi yersizliğe, bölük pörçüklüğe, bilinçdışına yollayan Freud'un yaptığı büyük buluş tam da özne üzerine yeni bir önerme ileri sürmek olmuştur. Freud, bilinçdışı unsuruyla birlikte bize özne sorusunun bilinçten daha geniş olduğunu gösterir. Onun için, özne, bilinci kapsamakta ama ona indirgenememektedir. İnsanlık tarihinin yeniden ve daha farklı biçimde okunmasına olanak sağlayan psikanaliz, hem Freud sonrası Lacan gibi psikanalistlerin, hem de psikanaliz karşıtlarının çalışmalarıyla birlikte çağdaş felsefede özne ve bilinç odaklı yaklaşımların zenginlik kazanmasını sağlamıştır.
Fransız felsefesinde ise, ana odak, çağdaş dönem öncesi geçmiş birkaç yüzyılda etkisini görmenin kaçınılmaz olduğu Descartes ile belirli bir düzenin oluşturulması için gerekli ilkelerin bulunmasına dayanırken, çağdaş dönemde, yine Descartes etkilerinin görünmesine karşın, Henri Bergson ile birlikte belli ölçüde erozyona uğramıştır. Bu yönüyle geniş çerçeveden yapılan yüzeysel bir bakışla kaotik ve bölünmüş gibi gözüken Fransız düşüncesi esasında bir birlik ve ortaklık da barındırmaktadır. Bütün yüzyılın felsefi ekollerinde hissedilen fenomenoloji etkisi Fransız felsefesinde de kendisini göstermiştir. Fransız fenomenolojisinin gelişimine baktığımızda Husserl'in kullandığı yöntemin benimsendiği görülürken Husserl fenomenolojisinin içeriğine yönelik bir itiraz söz konusudur. Örneğin Merleau-Ponty fenomenolojideki Husserlci esinlere sadık kalıp, nesnelci bir bilim anlayışını eleştirerek, psişik yapının doğa öğesi olarak alınmasına karşı çıkmak suretiyle, bilimi kaynaklandığı yere, yani algı inancına kadar geri götürür. Dış dünyanın varlığını inanç olarak kabul edip, duyulardan anlayışa geçişte bedenin önemini vurgular. Anlam verme aşamasında da, varlığın anlamını kuran bir varlık tarzı olarak özne, bir aşkınlık birliği olarak belirir. Levinas ise bu kurucu özelliği bize etik bir ilkeyi hatırlatan diğer bir surattan, suretten, insandan yola çıkarak kurar. Buradaki öteki varlığı imleyen "suret" metaforunun Tanrı'ya kadar geri götürülmesi mümkündür. Bu dışta olmayı anlamamıza olanak sağlayan tanrı fenomenolojik yöntemle anlaşılabilecek bir aşkınlıktır. Yine Paul Ricoeur ve Vladimir Jankelevitch gibi fenomenologların da bu doğrultudaki çalışmalarıyla yeni bir özne ve bilinç yaklaşımı sergiledikleri görülür. Varoluşçu felsefesinde Husserl ve Heidegger'den beslenen Jean Paul Sartre için, benlik, bir veri değildir. Bilinç, sürekli bir atılım içinde olan bir tür boşluk ve kendi kendinin dışına taşma eğilimi olarak kabul edildiğinden, bilincin benliğinin kendine bir ideal nokta oluşturduğu ve dolayısıyla benliğin belirleyici ve kurucu olarak alınamayacağı öne sürülür. Sartre, Varlık ve Hiçlik adlı eserinde de özgürlüğü a priori bir veri olarak alır ve insan bilincini, sürekli olarak dışa atılma ve dünyaya olumsuzluk öğesini getirme şeklinde değerlendirerek özneye ve bilince yönelik yeni bir yaklaşım sergiler. Fransız felsefesinde fenomenoloji etkisinde gelişen bu yönün yanında felsefenin ideoloji olarak algılandığı dönemin de büyük bir etkisi görülmüştür. Bu dönemde bilinç/deneyim incelemeleri yerini dile, fenomenoloji de yerini ego, bilinç ve özgürlük gibi kavramların sorgulandığı bir felsefe yapma biçimine bırakır. Bu noktada Levi-Strauss için "insan bilimleri" olarak adlandırılan bu yönelimin amacı insanı yüceltmek değil insanın içyüzünü göstermektir. Yine bu dönemde Ferdinand de Saussure ile birlikte, dil, bir göstergeler dizini olarak incelenmeye başlanmıştır. Bu gösterge incelemeleri Roland Barthes ile edebiyata, Jacques Lacan ile psikanalize, Michel Foucault ile delilik, cinsellik, hapishanelerin oluşumu gibi konulara yönelir. Burada şekillenen tema biçimlerinde yine modern öznenin merkezde olduğu görülür. Bilhassa Foucault'nun metinlerinde öznenin tarihsel serüvenine eleştirel bir okuma getirildiği görülmektedir. Cinsellik ve delilik hususlarında öznenin özneye karşığı sergilediği, bir yönüyle ironik tavır, sarkastik şekilde ele alınırken; burjuvazinin akılcılık uğruna birtakım değerleri nasıl dışladığı ve konuşan/çalışan öznenin tarih içerisinde nasıl ortaya çıktığı gösterilir. Özne ve iktidar ilişkisiyle de insanlık tarihinin kazandığı yeni boyut irdelenir. Foucault, kurucu bir özne anlayışının bırakılması gerektiğini ileri sürerken özne kategorisinin bütünüyle bırakılmaması gerektiğini özellikle vurgular. Özne kategorisini yeniden inşa edilecek biçimde olmamak koşuluyla, öznenin işlevlerini, söylem üzerindeki etkilerini yeniden düşünmeyi önerir. Lacan'da ise psikanalizin felsefi kavramlarla zenginleştirildiği görülmektedir. Arzuya ihtiyaçtan daha farklı bir kavram olarak yaklaşan Lacan, bu ilişkiye talep kavramını da dahil ederek ihtiyaç-talep-arzu üçlüsüyle bir diyalektik oluşturur. Lacan'ın yapmaya çalıştığı belirli bir diyalektiği her zaman bilinçdışından yola çıkarak saptamaya çalışmaktır. Onun bilinçdışının öznesi olarak bahsettiği noktada, özne, bilincin ötesinde bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bu kanattaki Marksist isim olarak öne çıkan Althusser ise bir taraftan dönemin içerdiği "yeni bir Marx okuması" sorunsalıyla uğraşır. Althusser ile yenilenen Marksist anlayışın bakış açısından özne, ideoloji kavramı çözümlenirken, ideolojinin işlevi belirlenirken başvurulan kritik bir kavramdır. Althusser'e göre tüm varoluşunu yaşam pratiğinden almakta olan ideolojide özne ve bilinç arasındaki ilişki büyük önem arz etmektedir. Burada doğumunun tasarlanmasından itibaren ideolojiye maruz kalan öznenin bilincini geliştirmesinin olanağı tartışma konusudur. Althusser tarihi öznesiz bir süreç, özneyi de ideolojik bir kategori olarak tanımlayarak bir anlamda farklı bir duruş sergiler. Buna göre ideolojinin temel ödevi, toplumsal yapıların taşıyıcıları ve kendilerine verilmiş rolleri oynayan kişiler olarak özneyi kurmaktır. Althusser'i izleyen Jacques Ranciere ise bilinç kavramının batı felsefesinde nasıl belirdiğini saptar. Fransız felsefesinin yapısökümcü geleneğinin ise özneye aşırı önem veren diğer akımlara karşın özneye karşı olan tutumuyla bir denge sağladığını söylemek mümkündür. Buradaki en önemli isim olarak karşımıza çıkan Jacques Derrida ilk kitaplarında Husserl fenomenolojisine olan hayranlığından söz eder ancak Heidegger'in onda bulduğu metafizik yönü yine eleştiri haline getirir. Derrida'nın geliştirdiği dekonstrüksiyon yönteminin temelinde Husserl'e karşı itirazlarının yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zaten bir yöntem olarak fenomenolojiyi benimsemesiyle Derrida'nın da getirdiği farklı söylemin özne ve bilinç odaklı gelişen yaklaşımların içinden çıktığı görülmektedir. Özne-nesne ikiliğine yol açan modern özne anlayışı Derrida’nın geliştirdiği yapısökümcü felsefenin malzemelerinden biri olmuştur. Derrida özne kavramının kendi içinde çelişkili bir kavram olduğunu göstermek amacıyla öznenin "eylemin başlatıcısı" olarak hep ön planda tutulması varsayımını yapısöküm işleminden geçirerek öznenin kurmaktan çok kurulan bir şey olduğunu göstermeye çalışır. Ona göre özne ne yalnızca dilin yarattığı bir şeydir ne de kendisini içinde bulduğu tarihsel pratiklerden bağımsız bir kategoridir. Buradaki bir diğer önemli isim hiç kuşku yok ki Gilles Deleuze olarak karşımıza çıkar. Farklı ve ses getiren bir David Hume yorumuyla öne çıkan Deleuze, empirisizmde, duyulardan yola çıkmasının değil, öznenin benliğinin aynılığını kırmasının üzerinde durur. Deleuze için bazı akımların, öznenin bilinç felsefesinin verilerine dayanmadan kendisini boydan boya geçen hatlar içerisinde tanımlanmasını sağlaması sorun teşkil eder. Daha sonra gelen Fransız felsefesinin bir diğer önemli filozofu Alain Badiou da "Özne Teorisi" adlı kitabıyla adım attığı serüvende yüzyılın ortak yönelimlerinden özneyi yine odak noktası haline getirmektedir. Çağdaş Fransız Felsefesinde 20. yüzyılın sonlarına doğru fenomenolojide dini bir dönüşüm görülür ve bu noktada Rene Girard, Jean-Luc Marion, Henry Corbin, Christian Jambet ve Levinas gibi isimlerin özneye dair ölümlü ve ölüm sonrası bir varlık olarak endişelerinin görünümü mevcuttur.
Alain Badiou'nun Fransız Felsefesinin Macerası adlı eserine baktığımızda 20. yüzyılın ikinci yarısında faal olmuş bazı filozoflar hakkında yazdığı metinlerde bilincin ve özellikle öznenin yine ana odak noktası olduğu görülmektedir. Badiou için, 20. yüzyılın ikinci yarısına karşılık gelen ve "Çağdaş Fransız Felsefesi" olarak adlandırdığı bu dönem kapsamı ve yeniliği bakımından hem Alman İdealizmiyle hem de Antik Yunan felsefesiyle kıyaslanabilecek düzeydedir. Badiou'nun dönüm noktaları olarak Sartre'ın Varlık ve Hiçlik adlı kitabını yayınladığı 1943 ve Deleuze'un Felsefe Nedir adlı kitabının çıktığı 1991 yıllarını aldığı ve arada Bachelard, Merlau-Ponty, Levi-Strauss, Althusser, Lacan, Foucalt ve Derrida gibi isimleri de kattığı bu incelemedeki esas sorusu "Bu dönemin tarihsel ve entelektüel bir birliği var mıdır. Varsa bu nasıl bir birliktir?" sorusudur. Yazıda daha önceden belirtmiş olduğumuz gibi kaotik ve bölünmüş gibi gözüken Çağdaş Fransız Felsefesindeki ortaklık bu eserinde Badiou tarafından sorgulanmıştır. Badiou'nun yine Bergson ile başlatmış olduğu ve bir noktada Descartes'a kadar geri götürdüğü inceleme sürecinde ulaştığı sentezde Çağdaş Fransız Felsefesinin ilgilendiği esas problem yaşam ve kavram problemi olarak karşımıza çıkar. Ve Badiou açısından yaşam ile kavram konusundaki bu tartışmanın da en nihayetinde, bizim de sunduğumuz tezde olduğu gibi, tüm dönemi şekillendiren özne sorununa açıldığı görülmektedir. Çünkü Badiou için insan öznesi aynı anda hem yaşayan bir bedendir hem de kavram yaratmaktadır. İki yönelimin ortak noktası olarak alınan özne; yaşamına, öznel yaşamına, hayvani yaşamına, organik yaşamına ve aynı zamanda düşüncesine, yaratıcılığına, soyutlama yeteneğine ilişkin olarak sorgulanır. Bir tarafta Bergson, bir tarafta Léon Brunschvicg'in olduğu çatışma yüzyılın başından itibaren vardır ve beden ile fikir, yaşam ile kavram arasındaki ilişki Çağdaş Fransız Felsefesini çatışmalı bir biçimde özne kavramının etrafında organize eder. Badiou'nun verdiği örneklere dönecek olursak; yönelimsel bilinç olarak ele alınan özne, Merlau-Ponty için olduğu kadar Sartre için de önemli bir kavramdır. Sartre için bir özneyi tanımlayan şey, nevrotik veya sapkın bir yapı değil, temel bir varoluş projesidir. Özneyi ideolojik bir kategori olarak tanımlayan Althusser'e karşılık Derrida da özneyi metafizik bir kategori olarak kabul eder. Lacan da, oluşumunu kökensel bölünmeye borçlu olan yeni bir özne kavramı yaratmaktadır. Jean-François Lyotard için özne, sözcelemenin öznesidir ve son kertede bir yasanın önünde hesap vermesi gerekir. Guy Lardreau içinse özne acıma duygusuna yol açabilecek kimse olarak ele alınır. Bu noktada Badiou kendi düşüncesini de belirterek örnekleme bahsini kapatır; onun için ancak bir hakikat usulünün öznesinden bahsedilebilir. Çatışmanın olduğu kısma geri dönecek olduğumuzda ise yine bir ortaklık karşımıza çıkmaktadır. Bir yanda kökeni Bergson'da bulunup, Sartre'dan, Foucault'dan ve Deleuze'den geçen varoluşsal dirimselcilik ile, diğer yanda Brunschvicg'in yaptılarında gördüğümüz, Althusser ve Lacan'da da karşımıza çıkan kavramsal biçimciliğin kesiştiği nokta özne sorusudur. Zira en nihayetinde özne, kavramı, varoluş tarafından taşınan şeydir. Bir anlamda Freud'un bilinçdışı da burayı kapsar. Tüm bunlarında ardındaki özdeşlik temelde yatan emelde saklıdır. Çağdaş felsefede olduğu gibi bunun Fransız ayağında da yeni bir öznenin aracını, yeni bir öznenin eşlikçisini yaratmak gibi bir temel arzu karşımıza çıkar.
Özne ve bilinç odaklı yaklaşımları daha çok yüzyılın "zihin" tartışmalarıyla ilişkilendirecek olsak da Dil üzerine yapılan çalışmalarda da öznenin payı göz ardı edilmemelidir. Örneğin Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri adlı eserinde dilbilim çalışmalarına yapısalcı bir boyut getirirken, dili, konuşan kişinin bir işlevi değil, bireyin edilgen biçimde belleğine aktardığı ürün olarak tanımlar. Söz ise bireysel bir irade ve anlak edimi olarak karşımıza çıkar. Saussure'da dil sorununun bir gösterge sorunu olarak ele alınmasının anlamı bizi bu yönelimde de kökeni özneye dayandırmamıza fırsat verir.
Özne odaklı yaklaşımların biraz daha farklı bir görünümü de yüzyılın Antropologları tarafından geliştirilmiştir. Antropolojiyi "kendini insan fenomenini incelemeye adamış disiplin" olarak tanımlayan Claude Levi-Strauss, Modern Dönemin Sorunları Karşısında Antropoloji adlı çalışmasında modern dönemle birlikte öznenin karşılaştığı yeni sorunlara değinir. Batı'da bir "ilerleyiş" fikrine karşın modern dönemde öznenin yaşadığı zorlukların ilkel döneme atıfta bulunarak ele alınmasıyla "kültürel üstünlük" lafzının geçerliliğini kaybettiği öne sürülür. Levi-Strauss, bu noktada Antropolojinin meydana getirdiği hümanizm kavrayışının insanlığın karşılaştığı büyük sorunlara çözüm sunup sunamayacağı sorusunu ortaya atar ve bunun olanağından bahseder. Demokratik bir kültür ve bilgi üretmesi yapısalcı antropolojinin bir görevi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada parantez mahiyetinde bir önerme ortaya atmanın sakıncası yok gibi gözüküyor: Çağdaş felsefe yönelimleri, bilimin ve sanatın yeni akımlarından, yaşanan radikal değişimlerden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmıyor.
Yüzyılın bir diğer önemli antropologu Marcell Mauss, "Bedensel Teknikler" adlı makalesinde, bedensel teknikler teriminden, "insanların bir toplumdan diğerine geleneksel olarak kendi bedenlerinden yararlanma biçimini" anladığını dile getirerek bedensel teknikle ilgili bir teori yaratılabileceğinden bahseder. Kültür ve beden ilişkisi üzerindeki çalışmaların Marcel Mauss’un bu eseriyle başladığı görülmektedir. Mauss'un üzerinde durduğu "habitus" terimine değinmek gerekebilir. Genel anlamıyla alışkanlıkları ifade eden bu terim; toplumsal anlamda, toplumdan kazanılan alışkanlık, bireydeki toplumsallık, şimdileşmiş tarih, öznelleşmiş nesnellik; toplumlara, eğitim biçimlerine, zevke, modaya, prestij değerlerine göre değişen bir alışkanlık biçimi olarak anlaşılır. Mauss için bedensel tekniklere gereksinim duyarız. Beden, insanın sahip olduğu ilk ve en doğal nesne ve de teknik araç olarak karşımıza çıkar. Özne kendisini her an psiko-fiziko-sosyolojik eylem dizileriyle karşı karşıya bulur. Bu eylemler bireyin yaşantısında ve toplumun tarihinde yer alan eski ve alışıldık eylemlerdir. Bu eylem serilerinin bireyin yaşantısında oluşma nedenlerinden biri, bu eylemlerin toplumsal otorite için ve toplumsal otorite tarafından oluşturulmuş olmasıdır. Bilincin müdahalesi toplum sayesinde gerçekleşir. Ancak toplumun müdahalesi bilinçsizlik üzerinden gerçekleşmez. Mauss'un yaklaşımında, özneye yönelik, alışkanlık ve edimleri üzerinden farklı bir tezle karşılaşırız.
Yine 20. yüzyılın önemli felsefi yönelimlerinden göstergebilime baktığımızda karşımıza yapısalcılığa yaslanan bir metin çözümleme yöntemi çıkar. Roland Barthes'ın Göstergebilimsel Serüven adlı eserinde bir metni ele alış biçimine baktığımızda, öznenin, yazar ve okur dikotomosine karşın anlamı keşfetmenin sınırsızlığıyla şekillenen bir kavrayışla ele alındığını sezimleriz. Bu noktada metni otonom olarak düşünebilmenin imkanı gereklidir. Öyleyse göndergelerin sahip oldukları anlamı özneyle birlikte kazandıklarını söylemekte bir sakınca yoktur ve bu anlamın sınırı öznenin sınırı kadar uçsuz bucaksız görünmektedir.
Özne ile nesne arasında kritik öneme sahip uzay/mekan düşüncesini politik açıdan ele aldığı Mekanın Üretimi adlı eserinde Henri Lefebvre, zihinsel uzay kavrayışı yerine sosyal ve fiziksel uzay algısı ile zihinsel uzay algısının ikiliğini ve bunların bireşimine giden yolu açmaya çalışır. Bir anlamda geometrik yönünün ötesine geçilemediğinden politik yanı unutulan mekan algısı öznenin etrafında şekillendirilir. Lefebvre'in yapmaya çalıştığı şeyi özne-nesne dikotomisi içinde bir sıçrayış olarak görmek mümkündür. Zira, Marksist yönünün karşımıza çıktığı, ideolojiyle dolabilen bir özne anlayışından yola çıkarak ideolojiyle dolabileceği öne sürülen bir nesne kavrayışı Lefebvre'de hakimdir. Mekanın algısı, mekanın üretimi hayatı ve toplumu değiştirmek için elzemdir. Bu noktada bizce Lefebvre'in çalışması, yine marksist eğilimleri de göz önüne alınarak, toplumu ve toplumsal yapıyı değiştirebilmek için değişen modern özneyi değişen mekan algısı içinde yakalayabilmek şeklinde okunabilmektedir. Lefebvre için toplumsal ilişkiler ve somut soyutlamalar, ancak mekanın içinde ve mekan aracılığıyla gerçek bir varlık bulabilmektedirler. Bunların dayanaklarının mekansal olması öznenin varlığının mekansal olmasının bir alt görünümü gibi görünmektedir.
Badiou, Sonsuz Düşünce adlı eserinin Felsefe ve Arzu bölümünde arzuyu, başlıktan anlaşılacağı üzere, felsefenin bir yönü olarak ele alır. Felsefenin arzusunda temelde bir isyan boyutuyla karşılaşırız ancak bu arzu mantığı ve aklın gücüne duyulan inancı da içerir. Badiou buradan arzunun evrensellik boyutuna geçer ve düşünen varlık olarak felsefenin tüm insanlara hitap ettiğini belirtir. Buradan felsefenin arzusunun dört boyutuna ulaşılır: isyan, mantık, evrensellik ve risk. Ve bu felsefe arzusu dört engelle karşılaşır: mal mülkün hükümranlığı, iletişimin hükümranlığı, teknik uzmanlaşma ihtiyacı ve güvenlik hesapları yapma zorunluluğu. Felsefe buna cevap verebilecek midir? Badiou bu soruya günün felsefesine bakarak yanıt aramaya çalışır. Mevcut olan üç ana yönelimi yorumbilgisel, analitik ve postmodern yönelimler olarak kurar. Hepsi çağdaştır ve kaderleri birdir: ona göre tüm bunlar çağın felsefeden bulunduğu ortak talebin üç ifadesidir. Hepsi de metafiziğin sonuna gelmiş olduğumuzu, felsefenin metafiziği ayakta tutacak kudreti olmadığını dile getirir ve bir anlamda felsefenin sonu içinde konumlanmış olduklarını iddia ederler. Burada modern metafizikle bağdaştırılan büyük özne ve tarih konfigürasyonları da bir sonla karşı karşıyadır. Kısaca ortak temada bir son, kapanma, nihayete erme göze çarpmaktadır. Bu da bizi klasik felsefedeki hakikat idealinin yok oluşuna götürür. Diğer ortak aksiyom ise dilin anlam sorununun bulunduğu yer olması nedeniyle düşüncenin en önemli mevkii haline gelmesidir. Badiou'ya göre çağdaş felsefe hakikat-yönelimli bir felsefeden anlam-yönelimli bir felsefeye geçişi kurumsallaştırır. Bu noktada çağdaş felsefede 20. yüzyılın son dönemiyle birlikte özneye olan bakışın değiştiği görülmektedir. Buradan hareketle baştaki soruya döndüğümüzde çağdaş felsefenin arzuyu ayakta tutmaktan aciz halde olduğu görülür. Son tahlilde Badiou felsefeye karşı olan beklentinin bir tekillik felsefesi, bir çağdaş rasyonalite felsefesi ve bir olay felsefesi olduğunu dile getirerek yeni bir özne öğretisi kurmanın imkanından bahseder. Descartes, Kant ve Hegel'de olduğunun aksine, özne, evrensel değil tekil olacaktır. Çünkü özneyi her zaman için bir hakikat olarak kuran bir olay mevcut olacaktır.
Yine buna paralel bir soruyla Cornelius Castoriadis tarafından "Dünyaya, insana ve tabiata dair" adlı kitabının "Felsefenin sonu (mu)" adlı başlığında ele alınan problem, bu soruyu önce felsefe tarihindeki görünümleriyle açar, ardından felsefenin imkanından ve ona olan ihtiyaçtan bahseder. Felsefenin sonu aynı zamanda özgürlüğün ve otonominin sonu anlamlarına da gelmektedir. Çağdaş felsefenin son dönemleri; Marx, Nietzsche, Freud ve hatta Heidegger'e de atıfta bulunularak "öznenin ölümünün" geniş çaplı tanıtımına sahne olmuştur. Castoriadis metinde geçen şekliyle şu soruyu ortaya atar: "Öznenin çekirdeğinde bilinçdışı bir ruhun, çoğu zaman, o öznenin edimlerini ve dolayısıyla da yargılarını güdümlediği doğru olduğuna göre; hiç kimsenin kendi döneminin üzerinden atlayıp geçemeyeceği ve içinde yaşadığı toplumdan kendini çekip çıkaramayacağı doğru olduğuna göre; her ifadenin, önüne geçilmez bir biçimde, yorumcunun konumu, görüşü ve çıkarlarına tekabül eden bir yorum öğesini içerdiği doğru olduğuna göre, tüm bunlar doğru olduğuna göre, tüm açıklamalarımıza varmamızı sağlayan bir öz-düşünsel etkinlik yeteneğine nasıl sahip oluyoruz?" Aynı zamanda tarihsel-toplumsal olan ruhsal bir varlık nasıl düşünen bir öznelliğe dönüşebilir? Bizi ilgilendiren, düşündüğümüz ve yaptığımız her şey açısından belirleyici bir önem taşıyan öznenin aşkın değil fiili bir özne olduğu ortadadır. Bu noktada Castoriadis için bir "felsefenin sonu" fikri boş bir girişimi dile getirir.
Modern felsefeyle birlikte şekillenen özne tasarımı, ileriki yıllarda başta Kant, Hegel, Marx, Nietzsche gibi isimler tarafından eleştirel biçimde ele alınıp işlenmiş, ardından geçmiş yüzyılda çağdaş felsefe olarak tanımlamayı tercih ettiğimiz dönemde Husserl'den Heidegger'e, Freud'dan Lacan'a, Sartre'dan Althusser'e, Derrida’dan Badiou'ya değin eleştirel biçimde konu edinmiş; öznenin artık "anlamın başlatıcısı" olarak alınamayacağı tartışılmış; bir anlamda öznenin taşıdığı varsayılan yetiler alaşağı edilmiştir. Alain Badiou, "Fransız Felsefesinin Macerası" adlı eserinde önsöz kısmını "20. yüzyılda, Fransa'da felsefenin macerasında bütün insanlığa yol gösterecek bir anın yaşanmış olduğunu söylemeye hakkımız var" diyerek bitirir. Zaten felsefenin macerasında hayatlarımıza yön veren unsur göndergelerde saklı değil midir? Ve bu güne baktığımızda, bizim de, Çağdaş Felsefenin mirası olan "özne" ve "bilinç" odağında resmedilen göndergelerin yaşamlarımıza sirayet etmiş olduğunu söylemeye hakkımız yok mudur?
Bu yazıda Çağdaş Felsefeyle birlikte değişen bu özne ve bilinç kavrayışlarını; felsefenin kendine has kümülatif yapısı içinde okumayı ve yazıda ele alınan son metinlerdeki ortak soru olan “felsefenin sonu mu?” problemini özne ve bilinç tartışmalarının henüz canlılığını koruyan yapısını göz önüne alarak değerlendirmeyi isteyerek, bu ortak yönelim doğrultusunda gelişen çağdaş felsefede karşılaştığımız göndergelerin yaşamlarımızdaki etkinliğini hissederek ve “özne” ile “bilinç” bağlamındaki düşünce ve tartışma zemini için güneşin her gün yeniden doğmakta olduğu savını -örtük olarak- ortaya atarak ele almaya çalıştık.
Hasan Salih Kaymaz
(İnsancıl Dergisinin Temmuz 2020 sayısında yayımlanmıştır. Telif hakları İnsancıl Dergisine aittir.)
(İnsancıl Dergisinin Temmuz 2020 sayısında yayımlanmıştır. Telif hakları İnsancıl Dergisine aittir.)

Yorumlar
Yorum Gönder